Bazen dua ederken şöyle hissediyorum: Gerçekleşmesini yürekten istediğimiz ve duasını ettiğimiz şeylerin, olma ihtimali kendiliğinden artıyor. Ve duasını ettiğim, hayalini kurduğum şey, beni gerçekliğe çok daha dolaysız bir biçimde yaklaştırıyor.
Dua ederken hissettiğim başka şeyler de var. Bazen bazı dileklerimi dudaklarımı kıpırdatarak tekrarlama gereği duymadığımı fark ediyorum. Çünkü yüreğimde daimi bir arzu yumağı dolanıyor gibi. Kesintisiz bir biçimde, sanki kalbime yazılmışçasına tekrarlıyorum onları, dudaklarımı oynatmadığım zaman bile. Yoğun kıpırtılar içinde, alev alev arzular halinde oluyorum.
İnsan bir şeyin olmasını istediğinde, ‘Ya Rabbim, lütfen bunu gerçekleştir’ diyor. Yani emir kipi kullanıyor. İbn Arabi’ye göre bir şey dilediğin zaman emir veren sen, emre itaat etmesi beklenen O olur. Rabbi ile kul arasında bir tersinden yol açılıyor belki de. Oysa bizim dilememiz Allah’ın (cc) dilemesinden asla bağımsız değildir. Bazen bizim kendimiz için istediğimiz ile O’nun bizim için takdir ettiği şey çakışıyor. Hayır olanı istemek böyle bir şey olsa gerek.
Kaderde ne yazıldığını, bir an sonra ne olacağını hiçbir zaman bilemiyoruz. Ama kaderimizi kendi irademizle seçmenin ne demek olduğunu, dualarımız kabul olduğu vakit anlıyoruz işte.
Sebepler ilminin ötesindeDua etmek, isterse tüm dilediklerimiz bu dünyayla sınırlı olsun, insanı sürekli olarak ‘öte dünya’ algısında tutuyor. Gönlümüzün derinliklerinden istediğimiz, yalvarıp yakardığımız bir şey, öncelikle bizim kalbimizde, dudaklarımızın arasında ve Rabbimizin huzurunda bir ses, bir söz ve bir anlam haline bürünmüş, bir bakıma farklı bir formatta gerçekleşmiş oluyor. Görünmeyen bir boyutun sırları açılmaya başlıyor bizler için. Bu dünyayla hemcins olmadığımızı sezmeye başlıyoruz. Ve en önemlisi: Neden sonuç ilişkilerinin ötesine geçebiliyoruz. Terk etmeye başlıyoruz sebepler ilmini.
Tedbircilik ihtiyacımızın saçmalığını ve nedenleri sonuca bağlayan mercii konumuna geldiğimizi sanmanın anlamsızlığını görüyoruz. Allah’ın (cc) bizim için uygun bulduklarından ve bizi görmek istediği halden öncelikle bizim razı olmamız gerekiyor. Bizim ‘kendimiz’ olmamızın anlamı şudur sanki: O’nun bizi görmek istediği gibi olmak. Evet ancak öyle olmaya başladıkça, bunun bizim için bir ‘doğru yol’ olduğunu hissetmeye başlarız.
O’ndan razı olmakla, en acil beklentilerimizi, en zapt edemediğimiz hırslarımızı, en ölümcül dileklerimizi putlaştırmaktan ve kendi nefsimizin tuzaklarına düşmekten kurtuluyoruz. Allah’ın rızasını isteyerek sevmeyi, üretmeyi, çalışmayı istemişsek, O’nun rızası için almayı, vermeyi, öfkelenmeyi, sevinmeyi dilemişsek, evet bu niyetimizde sahiciysek, O’ndan razı olmaya başlıyoruz zaten. O’nun da bizden razı olduğunu sezmeye başlamamız sanırım eşzamanlı bir hakikat.
Tabii şu da oluyor: O’nun rızasını istemek, en elzem arzularımızla, en olmazsa olmaz dileklerimizle bile aramıza bir mesafe koyuyor. O’nun rızasını aramak, bizi kendi nefsimizin rızasına götürecek her türlü arzudan uzaklaştırıyor kaçınılmaz olarak. Ne kadar takıntılı bazı isteklerimiz olduğunu ve bizi bu isteklerin hiç de güzelleştirmediğini fark etmeye başlıyoruz. Bu dünyaya ait hiçbir arzumuzun ‘son radde’de olmayabileceğini düşünüyor ve yaşadığımız hayatın hemen her anından razı gelmeye başlıyoruz. Ve: O’nun bizim için istediği şeylerin, yani olacak olanların ‘hayır’ olduğuna teslim oluyoruz giderek.
Nihayetinde insanın bu dünyayla sınırlı olmayan nitelikleri var. Hayır ve şerrin ne olduğunu burada öğrenmeyebiliriz, adaletin ilahi boyutu da burada gerçekleşmeyecek bizler için. Bu durumda O’nun rızasını, bu dünya için istediğimiz her şeyde aramak mümkün. Kısacası burada, buraya sığmayan bir şuurla, buraya sığmayan bir yürekle varolduğumuzu hatırlayabiliriz.
Cennet beklentisi. Evet, dualarımızın gerisinde, bizi bu dünyada taht kurmaktan kurtaran, kâinata fırlatan, giderek öte dünya algısına, gayb sırlarına doğru yollara düşüren arzularımız vardır. Geldiğimiz yeri özlemek, ait olduğumuz yere dönmeyi ezeli tabiatımızla beklemek gibi. Bu yüzden umutsuzluk yasaklanmıştır bize. Umutsuzluk, O’nun yerine kaderin ne olacağına hükmetmek demektir çünkü. Oysa bu bize düşmez. O’nun rahmetinin her şeyi kapsadığını bilmekle yükümlüyüz biz.
Cemalini istemekAllah’ın (cc) merhametini, bağışlayıcılığını istemek, dua etmek, bizi O’na yaklaştırır aynı zamanda. Umut ile korku arasında sallanıp dururken, bir gün huzura kavuşacağımızı, O’nun cemalini bize göstereceğini düşünür ve tüm dualarımızın ardındaki hayrı kucaklamaya hazırlanırız. Bu dünya telaşında isteyeceğimiz şeylerle sınırlı olmadığımızı, devam edeceğimizi hissederiz.
Yavaşlar, durgun sular gibi duruluruz giderek. Güzelleşir, güzel şeyler dileriz. Lanetlerden, beddualardan, bencilce isteklerden, hırslardan koparız. Eşyanın, dünyanın, insan yüzünün veya bir ağaç dalının yalın halini görmeye, sevmeye başlarız. Akıl yürütmelerle, neden sonuç ilişkileri, olasılık hesaplarıyla değil, kalple okumaya başlarız hakikati. Adeta bir nefes üflenmiştir bize. İki konuşma arasında uzayacaktır sonsuzlukları her birimizin. Duanın görünmez yolculukları sürmektedir…
*Leyla İPEKÇİ (Alıntıdır)