Cuma, Nisan 04, 2008

DÜŞ VE KABUS

Ali Ural
aliural@hotmail.com


Rosa Parks, düş kuruyordu cam kenarında. Otobüs Alabama’nın varoşlarından merkezine doğru yeni yolcular alarak ilerliyor, Rosa Parks, her durakta düşüne ara verip, siyah teninin içinde yanan gözlerini kapıya dikiyordu. Düş kesintilerle birkaç durak daha sürdü ve Rosa Parks, beyaz bir gölgenin ağırlığıyla gözlerini açtı.

Başında dikilen beyaz adam kendisine yer vermesini bekliyordu. Daha doğrusu emrediyordu. Rosa Parks, adamı süzdü. Keşke yaşlı olsaydı. Keşke hasta ya da özürlü olsaydı. Rosa Parks yer vermede geciktikçe adam kelimelerini gırtlağına indirip gargara yapıyor, anlaşılması zor cümlelerinin arasında sık sık “Jim Crow” adı geçiyordu. Çünkü bu eyalette Jim Crow Yasaları geçiyordu. Rosa Parks, bir rüyadan aniden uyananların üzerlerinden hemen atamadıkları düş parçalarına kapandı, onları vermemek için koltuğunun demirlerine sımsıkı yapıştı ve sonunda koltuğundan kaldırıldı. Hayır kaldırılmadı. Gıcırtılar çıkaran paslı bir çivi gibi söküldü yerinden ve hapishaneye çakıldı. Zira Jim Crow Yasaları’na göre zenci yolcular beyaz yolculara otobüste yerlerini vermek zorundaydı.

Rosa Parks’ın bir otobüs koltuğunda bıraktığı düşlerini 26 yaşındaki siyah bir adam buldu: Martin Luther King. “Bir düşüm var!” diyerek Parks’ın yarıda kalan rüyasının tabirlerini yaptı yaşadıkça. Yaşadıkça hakikat anıtlarının hayal kaideleri üzerinde durduğunu gösterdi. 22 yaşında öğretileriyle tanıştığı Mahatma Gandhi’yi hatırladı King. Yaşasaydı ne yapardı Gandhi? Ne yapardı Amerika’da bir zenci olsaydı? Şüphesiz bir otobüs boykotu düzenlerdi. Mademki beyazların oturarak, zencilerin ayakta seyahat etmeleri isteniyordu, o halde zenciler ayağa kalkmalıydılar, fakat sokakta. Tam 382 gün sürdü direniş. Gandhi’nin küllerini gülümsetti ilk zafer. Otobüslerdeki ayrımcılık yeni bir yasayla kaldırıldı. Alabama’yı Geliştirme Derneği Başkanı Martin Luther King’in evine atılan dinamit, gökyüzünde patlayarak bir havai fişek gibi düşsel renklere ayrıldı.

Sırada rüyanın yeni tabirleri vardı. Siyahlar oy kullanamıyor, birçok alışveriş merkezinde beyazlarla birlikte çalışamıyordu. Atlanta’da yanına aldığı 33 gençle bir alışveriş merkezinin kafeteryasına oturdu Martin Luther King, ayrımcılığı protesto etmek için. Bağırıp çağırmadılar. Şiddete başvurmadılar. Sadece oturdular bir arada. 33 siyah adamın beyazların alışveriş ettiği bir kafeteryada yan yana oturması ne kadar korkunçtu! Güvenlik güçleri çok geçmeden çarşının içerisindeki bu siyah lekeyi sildi ve otuz üçlük tespihin imamesi King’i yargı önüne çıkardı. Mahkeme Martin Luther’i suçlu bulmak isterdi. Ne yazık ki onu mahkum edecek bir kanıt yoktu ellerinde. O halde bütün dosyalar taranmalı, King’in bilinmeyen suçları ortaya çıkarılmalıydı. Sonunda operasyon başarıyla tamamlandı ve Martin Luther King birkaç ay önce işlediği basit bir trafik ihlali gerekçe gösterilerek Reidsville Eyalet Hapishanesi’ne gönderildi.

Hapishane kapıları bir kez açılmaya görsün, bir kez mahkumu sevsin taş duvarlar, arkası gelirdi bu konukseverliğin. İşte zencilerin haklarının arandığı bir başka gösteri sonunda köpeklerle üzerlerine saldırılmış, basınçlı sularla yerlerde sürüklenmişler ve sonunda kendilerini Birmingham cezaevinde bulmuşlardı. King olanları yadırgamıyordu. İnsanlığın hasımları görevlerini yapıyordular. Acı olan dostların suskunluğuydu. Hem şiddete başvurmadan yapılacak eylemler meyvelerini bir gün verecekti, kendileri tadamasa da. Sorunlara gözünü yuman halk bir gün vicdanıyla karşı karşıya kalacaktı. Birmingham cezaevinden yazdığı o büyülü mektubunda şöyle diyordu King: “Acı deneyimlerimizden biliyoruz ki, ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler; ezilenlerin özgürlüğü istemesi gerekir.”

King, Gandhi gibi gücünü Tanrı’dan alıyordu. İnsanın Tanrı’yla olan ilişkisi üzerinde israrla duran Martin Luther, “Paul Tillich ve Henry Nelson Wieman’ın Düşüncelerinde Tanrı Kavramının Karşılaştırması” adlı bir doktora tezi vererek bu arayışını bir temel üzerine oturtmaya çalıştı. King’e göre insanın kurtuluşu ne Walter Rauschenbusch’un iddia ettiği gibi toplumsal ilerleme ne de Wieman’ın ileri sürdüğü gibi tek başına “us” aracılığıyla gerçekleşebilirdi. Kurtuluş için, Tanrı’nın yol göstericiliğine teslim olmaktan başka bir çıkar yol yoktu.

25 defa tutuklandı King, 10 milyon kilometre kat etti bu yolda. 2.500 konferans verdi. 5 kitap, sayısız makale yazdı. 4 kez suikasta uğradı. Nobel barış ödülü aldı. Kapak oldu Time’e. “Yılın adamı” dendi ona. Sonra aynı dergi “Sakıncalı” ilan etti onu. Çünkü bir türlü tatmin olmuyordu. Vazgeçmiyordu Rosa Parks’ın düşlerini tabir etmekten. Çünkü o vadesi gelmiş çeklerin artık bozdurulmasını istiyordu.
*alıntıdır

Perşembe, Nisan 03, 2008

Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinden Bir Kıssa



İnanana, imân edene ışık ve ibretCahile, inanmayana masal...
Bir zamanlar Irak’ta büyük bir çiçek hastalığı salgını olur. Bütün ülke, bu hastalıktan ölenler, gözleri kör olanlar, kulakları sağırlaşanlarla dolar. Bu durum karşısında zamanın hükümdarının karşısına gelen biri:
“Efendimiz, Kerbelâ’da fakir bir nalıncı var. Bu zat, Fahr-i Kâinat Efendimizin, Ehl-i Beyt’in, cümle Allah Dostlarının âşıklarındandır. Kendisine müracaat eden tabiplerin iyi edemedikleri hastaları, bir dua okuyarak ve bazı öğüdlerde bulunarak iyi ediyor.
Belki himmet eder de, dua buyurur ve bu âfetten kurtulunur. Kendisine usûlünce bir başvuruda bulunulursa iyi olur kanaatindeyim.” der.
Bunun üzerine, nereden ne arayacağının, kime başvuracağının şaşkınlığı içerisinde bunalan hükümdar birkaç adamını göndererek kemâli hürmetle ihtiyarı sarayına davet ettirir.
Yaşamının gayesi sadece Allah’ın kullarına yardım ve hizmetten ibaret olan Allah Dostu, bu davet üzerine hükümdarın adamları ile birlikte hükümdarın huzuruna varır. Hükümdar, nalıncı Sultan’a hitaben:
“Görüyorsunuz ki; alınan bütün tedbirlere, uygulanan tedavi yöntemlerine rağmen hastalık önlenemediği gibi, gittikçe yayılmaktadır. Himmet buyurur da bu hastalık önlenirse sizi baş imam yaparım.” der.
Bunun üzerine ihtiyar sert bir ifade ile:“Hâşâ, Biz yapılan bir hizmetin karşılığında, dünya sultanlarından hiçbir karşılık beklemeyiz. Ama müsaade ediniz, bir odada yalnızca Rıza-i İlâhi için iki rekât namaz kılayım. Zira, sunulan himmetle şimdiye kadar hastalara tek tek şifayâb olunmakta idi. Bu durum ise, kütleye himmetle ilgili olup, Hakk’a karşı bir cür’et olmasın.” der.
Kendisini bir odada yalnız bırakan hükümdar ve erkânı, dışarıda merakla ve heyecanla bekleşirler. Bir süre sonra ihtiyar tertemiz, beşuş bir yüz ifadesiyle kapı önünde görünerek:
“Hükümdarım, bütün âfetlerin nedeni; beşerin, toplumların, kişilerin kulluk çizgisinden, hak ve adalet ölçülerinden sapmalarıdır. Dosdoğru, apaydınlık yoldan ayrılmayınız.
Evet dualarımız, BİR ŞEYE OL DEYİNCE, OLUVEREN saltanatın içinde erimiş, hüküm icrâ olunmuştur. Bundan sonra hastalığın çekileceğini ümit edebilirsiniz.” diyerek çıkar, gider...
Arkasından bakanlar, şüpheden şüpheye düşerlerse de, o günden sonra hastalık seyrini değiştirir ve kısa bir süre sonra da tamamen kaybolur.
Bunun üzerine hükümdar zora düştüğünde aynı duayı okuyarak güçlüklerin önlenebilmesi düşüncesiyle, Nalıncı Baba’ya müracaatla, okuduğu duayı öğrenmek ister.
Her ne kadar Nalıncı Baba:
“Kalelerin arkasına ermeden, bu duanın metnini öğrenseniz de, etkili olmaz.” diye uyarırsa da, hükümdarın ısrarı üzerine;“O halde nedenini anlatayım” diyerek şöyle devam eder: “Muhyiddin-i Arabi Hazretleri Mısır’da yüce Allah’ın ilim güneşi olarak parladığı dönemde... O’nun eğitiminde nasibi olan kullar Hakikat İlmiyle feyizyâb oldukları sırada... etrafında toplanan kalabalıktan ürken vaktin zahiri sultanları, etraflarındaki vehim ehli ile birlikte hased, kıskançlık, şüphe ateşini körükleyerek; güya, Hakk’ın insanlara bir rahmet ve kurtuluş olarak sunduğu O Güneşi karartmak için kendilerince tedbir alıp, tertipler düzenlemeye niyet ederler...
Bu arada deliller edinmek üzere, emniyet teşkilatında hizmette bulunan beni görevlendirdiler. Böylece, bir vesile ile Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin öğrencileri arasına karıştım. Zamanla, O Yüce Zat’ın o derece sevgisinin, şefkatinin, hilminin, ilminin ve şahsiyetinin tesirinde kaldım ki; maksadı değiştirip bütün benliğim ve imkânlarımla O’na yardımcı olmaya çalıştım.
Bu derece samimiyet ve bağlılığımın farkında olan O Ulu Hazret, bir gün beni karşısına alarak;
‘Bak oğul, bir kişi bir çok evrimlerden geçerek kemâle erer, kul olur, insan olur. İlk önce kendi ceset şehrinde faal olan ve tüm yaşamını düzenleyen cüz’i ruhunun mevcudiyetini ve O olduğunu idrâk eder.
Bu hakikate açılan gerçek kapı olup, olgunluğa doğru atılan ilk adımdır. Ruhun ölümsüz olduğunu, bedene dokunan tüm zararlardan uzak bulunduğunu idrâk eder. Aslına doğru seyirle ikinci adımını atarak, Hakk’ın varlığı, kudret, azamet ve tasarrufu ile tüm halleri ve âlemleri kuşattığını anlar. Bu anlayışla yepyeni görüş kapıları açılır. Hakk’ın azametinden titreyen ruhu; unsurların karanlık vasıflarının örtülerinden, etkilerinden temizlenip kurtulabilmek ve böylece aslına dönebilmek için yolu üzerindeki engelleri kaldırmak maksadıyla mücadeleye (savaşa) başlar.
Böylece, nefsi emmarenin esaretinden, baskılarından kurtulup, arınan ve özünün saflığına karışan ruh, yeni bir aşamaya kavuşarak; Aslının Hak olduğunu ve dolayısıyla bütün olanaklarının kaynağının Aslından olduğunun idrâkiyle;
Külli Sevgiyle, akılla, hikmetle bütünleşerek, yepyeni gerçek bir zindelik kazanır. İlerleme devam ederek, “CÜBBEMİN GERİSİNDE O’NDAN BAŞKA BİR ŞEY YOK.” diyenlerin safına karışır.
Zahirde ve batında (dışta ve içte) var olanın, tecelli halinde ayân olanın Hakk’ın kendisi olduğunun idrâkine erişerek; içten ve dıştan ayrı söyleyişler, ayrı aykırı görüşler ortadan kalkar.
Daha ilerideki safhada, zahir ehlinin anlayışı kalkar; zaman, mekân, cihet kayıtları silinir, ezel ebed bir demde haşrolunur. Her anı kuşatan Nur zuhur eder, önceki haller bu Nur da cem olur.
Böylece zamanın hükümlerini taşıyan ve o hükümlere, emirlere göre hareket eden “İBN’ÜL VAKT” (Vaktin Oğlu) tecelli eder. İlerleme devam eder. Bu defa kul, her şeye ayna olur. Her şeyde de kendi aksini görür. Tüm zamanların üstüne çıkar. Bu hali anlatmanın sonu yoktur.
Bundan önce her şeye Hak’tır derken, bu makamda Enel Hak der. Nihayet kul aslına, ALLAHÛ SIRF DERYASI’na gark olur. Bu gark oluşta “MUTLAK FENA VE YOKLUK” hali tecelli eder.
Kul, her şeyiyle Hakk’ın Zat’ında yok olur. Ne kendiliği, ne müşâhede, ne mârifet kalır. Düşünce, anlatış, tasavvur, kalem işlemez. Hiç kimse bu hali izaha muktedir olamaz. Ancak, zevk ve tadış yolu ile anlaşılır!
Onun içindir ki “BEN OL DA TAD” diye buyurulmuştur.’
Nalıncı Sultan devamla:
“Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin bu sözlerinden, o zamanlar pek bir şey anlamamıştım. Seneler seneleri kovaladı... Emekli olup Basra’daki ailemin yanına dönmek için müsaade istedim. Müsaade çıkınca da,
‘Efendim; sizi ararsam, tekrar nerede bulurum?’ diye sorduğumda,
‘Evlât, Bizi Kalelerin Ardında bulabilirsin.’ demişti.
Daha sonra Basra’ya, ailemin yanına döndüm. Birkaç yılı ailem ile birlikte geçirdim. Ancak bu arada hasretlik ve aşk ateşi beni yaktı kavurdu... Basra’da duramaz oldum. Ailemin yaşamı ile ilgili tedbirleri alıp, tavsiyelerde bulunarak, sonunda vedalaşıp Sultanıma kavuşabilmek için yola koyuldum. Yolda her önüme çıkan surlarla çevrili şehirlere uğrayarak Sevgiliyi sordumsa da, kimseden olumlu bir cevap alamadım.
Neticede Yaradan’ın yardımı ile Şam şehrine ulaştım. Şehrin ileri gelenlerine O Ulu Hazreti sorduğumda; ebediyete intikal ettiğini derin üzüntüler içerisinde öğrendim.
Cebel-i Kasyon’daki kabrini ziyaret ederek üzerine kapandım. Doya doya ağladım... belki bu kucaklaşış saatler sürmüştü. Göz yaşlarım toprağını ve sakalımı adeta sırılsıklam etmişti. Kendimde değildim. Ezan-ı ilâhi okunmaktaydı. O an içimden gayri ihtiyari bir seda yükseldi:
EY ÂLİ SULTAN, BU FAKİRİN SENİ TAŞTAN KALELER ARDINDA ARADI DURDU... MEĞER SEN GÖNÜL KALELERİ ARDINDA, CAN İÇRE CANAN İMİŞSİN!
Şükürler içerisinde doğrularak emrolunan istikâmete yöneldim.”
Nalıncı baba hikâyesinin ilgili kısmını tamamlayınca göz yaşları içerisinde ayağa kalkarak:
“İşte efendim,ondan sonra yollar açıldı... Naz ve niyaz devresi bitti. Artık, kalelerin ardına geçmiş ve bir şeye ol deyince oluveren Kül’de eriyip gitmiştim. Mesele bundan ibarettir.” diyerek müsaade istemiş.
Hükümdar ise sonsuz bir sevgi ve hürmetle, göz yaşları içerisinde ellerini öperek, himmetlerini niyaz ederek uğurlamıştı. O tarihten sonra da bir daha kendisini gören olmamıştı. Himmetleri bâki olsun!
Kişiler, kendi gerçeklerinin ârifleri olup, mânâ kalelerini aşabildikleri nispette saflaşırlar... Üstün meziyetlere, âlemlere, hikmetlere, hürriyete, barışa ve huzura kavuşur, İnsanlık (Kulluk) âlemine dahil olurlar!
AKSİ TAKDİRDE; BEDEN DAĞINDAKİ CEVHERDEN BÎHABER, BİLGİ YÖNÜNDEN HABERDAR DAHİ OLSA; ÇALIŞIP, ZAHMETLER ÇEKİP O’NU BULUP, TEMİZLEYİP, ASLİYETİNE YAKIŞIR MAHİYETTE SAFLAŞTIRMADAN; KİŞİ İNSAN OLUR, KİŞİ KÖLELİKTEN KURTULUR, KİŞİ HÜRRİYETE, KİŞİ HUZURA, KUL VÛSLATA KAVUŞUR SANILMASIN!
Cevherleri nefislerinin örtüleri (vasıfları) altında unutulmuş olan kişi ve toplumlar, nefsani vasıf ve arzular tarafından örülen kapkaranlık hücreler içerisinde hapistedirler. Onların arzuları ise; nefsi arzularının çığlıklarından başka bir şey değildir.
Hangi tarafta olurlarsa olsunlar... Ağızları ne söylerse söylesin, onların dinleri dünya ve dünya şehvetleridir...
İŞTE YÜCE ALLAH’IN NESİL NESİL TÜM BEŞERİYET İÇİN DİN OLARAK SEÇMİŞ OLDUĞU “İSLÂM”: BEDEN DAĞINDA HAPİSTE OLAN O GÜZELİM ŞEHZADENİN KURTULUŞU, TEMİZLENİP, SAFLAŞIP TÜM GÜZELLİKLERLE, ÜSTÜN MEZİYETLERLE TAÇLANIP; O EŞSİZ VE TEK PADİŞAHLAR PADİŞAHININ MÜLKÜNDE,
YÜCE ŞANINA YAKIŞIR BİÇİMDE, KULLUK HİZMETLERİNE KOYULABİLMESİ,
SONUNDA YARADAN’INA KAVUŞABİLMESİ İÇİN RAHMET YOLUDUR!
Haydi durma kalk, o apaydınlık yola sende gelsene!..Dinleyiniz ey dostlar;Sevgilinin has bahçesinden bülbül sesleri gelmekte:
HER AN SEVGİLİYE GİDİYORSUN A GÖNÜL, HEM NE DE GİZLİ GİDİYORSUN GÖZLERDEN!AY GİBİ ELBİSELER PARALADIN DA, PARLAK MI PARLAK GÜNEŞ’İN ARDINA DÜŞTÜN GİDİYORSUN SEN!A YERYÜZÜNDE ARKADAŞLARLA OTURMUŞ ER, İÇYÜZDEN YEDİ KAT GÖĞÜ AŞMIŞ GİDİYORSUN!GÖRÜNÜŞTE KONUKLARIN ÖNÜNDESİN AMMA, GERÇEKTE İSE KONUKLUĞA GİDİYORSUN SEN!SUYA BENZİYORSUN AMMA, ÖRTÜ ALTINDA ÂBU HAYATSIN, BAHÇEYE GİDİYORSUN SEN!ÖYLESİNE SALINA SALINA GİDİYORSUN Kİ, GÖZLER GÖREBİLSEYDİ SENİ; DÜNYADA BİR TEK YASLI KALMAZDI!NE OLURDU ŞU HALK SENİ GÖREBİLSEYDİ, SEN OLUR, SENİNLE AKAR GİDERDİ..AMMA NE MÜMKÜN, BÜTÜN HALKTAN GİZLİ GİDİYORSUN SEN!
MADEM Kİ PADİŞAHA GİDİYORSUN, NE OLUR HALİMİZİ GÖR, ÇARESİZLİĞİMİZİ, HABERLERİMİZİ, YAKARIŞLARIMIZI BİLDİR O’NA.HİÇ OLMAZSA, BENZERSİZ, BEZEYİCİ, NAZARIYLA LÛTFETSİN DE ŞU BEDEN EVİ MEYVALI BİR BAĞA, BİR GÜL BAHÇESİNE DÖNSÜN, DÖNSÜN DE; GÖNÜL BUCAĞI BİR “CUMA MESCİDİ” HALİNE GELSİN.İNŞAALLAH, AŞIKLARA ŞÖLEN, TEK GÖREN YOK-YOKSULLARA SECDEGÂH OLSUN!A GÖNÜL, “NE DE GÜZEL YATILACAK YER SEÇMİŞSİN” DEDİM DE, GÜLDÜ DE DEDİ Kİ, “GÜL ALICI, GÜL BAHÇESİNDEN GÜL ALIR ELBETTEKİ, O GÜL AYAKLARIN ALTINDADIR GERÇİ, AMMA İNSAF ET, İNKÂR EDENLERİN MECLİSİNDE NASIL SÖYLENEBİLİR?”
*alıntıdır