Cumartesi, Nisan 28, 2007

Ah O Eski Filmler (Adile NAŞİT)



Adile Naşit (1930 - 1987)
.

-->
17 Haziran 1930’da Istanbul’da doğan Adile Naşit'in asıl adı Adile Keskiner’dir. Tiyatro oyuncusu Amelya Hanım ile ünlü komedyen Naşit’in kızıdır. Babasının ölümü üzerine öğrenimini yarım biraktı. 1944 yılında Istanbul Şehir Tiyatrosu Çocuk Tiyatrosu’na girdi. "Herşeyden Biraz" oyunuyla sahneye çıktı. Aynı yıl Halide Pişkin’in grubuyla İstanbul’da turneye çıktı. Daha sonra Muammer Karaca’nin tiyatrosuna girdi. 1948’de komedi oyuncuları Aziz Basmacı ve Vahi Öz’le birlikte kurduklari toplulukta 1951 yılına kadar çalıştı. Yine 1948 yılında "Lüküs Hayat" filmiyle sinema oyunculuğuna başladı. 1950’de, kendisi gibi tiyatorcu olan Ziya Keskiner ile evlendi. 1954’te yeniden Muammer Karaca tiyatrosuna döndü ve 1960’a dek burada sahne aldı. 1961’de, eşi Ziya Keskiner ve abisi Selim Naşit Özcan ile birlikte, Naşit Tiyatrosu’nu kurdular. Bu topluluğun dağılmasından sonra 1963’te girdiği Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü tiyatrosunda, 1975’e kadar aralıksız olarak sahnelerde boy gösterdi. Adile Naşit, sinemaya ikinci ve asıl girişini 1970’lerde yaptı. 1976’da "İşte Hayat" adlı filmdeki rolüyle, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü kazandı. Bu, Türk sinemasında, ‘star’ olmayan bir başoyuncunun kazandığı ilk ödüldü. Rıfat Ilgaz’ın eserlerinden sinemaya aktarılan Hababam Sinıfı filmlerinin birçoğunda, müstahdem kadın rolüyle yeraldı ve buradaki oyunculuğuyla da büyük beğeni kazandı. 1978’de Uluslararası Sanat Gösterileri’nin tiyatro ve müzikallerinde rol almaya başladı. 1981 yılında TRT televizyonunda Uykudan Önce isimli bir çocuk programı yapmaya başladı. Bu programda anlattığı masallar ve öykülerle, çocukların gönlünde taht kurdu. Gerek sinema filmlerinde, gerekse oyunlarda, basit, saf, iyi yürekli kadın tiplemesini başarıyla oynadı ve kendine has bir üslûpla yenileyerek karakteristik hale getirdi. Adile Naşit, 11 Aralık 1987’de Istanbul’da öldü.
Adile NAŞİT'in kendi kanaatimce bütünleştiği iki film vardır birisi "Neşeli Günler" diğeri ise "Hababam Sınıfı"dır. Ama Adile Naşit'in yer aldığı başka filmler de var tabiiki:
.
Annem (1987)
Aile Pansiyonu (1987)
Milyarder (1986)
Kuzucuklarım (1986)
Yaygara (1986)
Hayroş (1986)
Kiralık Ev (1986)
Ağa Bacı (1986)
Satmışım Anasını (1985)
Şaban Papuçu Yarım (1985)
Namuslu (1984)
Şabaniye (1984)
Gırgıriyede Büyük Seçim (1984)
Şaşkın Ördek (1983)
Şıngırdak Şadiye (1982)
Adile Teyze (1982)
Buyurun Cümbüşe (1982)
Görgüsüzler (film) (1982)
Talih Kuşu (1982)
Dolap Beygiri (1982)
Deliler Koğuşu (1981)
Şabancık (1981)
Hababam Sınıfı Güle Güle (1981)
Bizim Sokak (1981)
Şaka Yapma (1981)
Gırgıriyede Şenlik Var (1981)
Gırgıriye (1981)
Davaro (1981)
Beş Parasız Adam (1980)
Huzurum Kalmadı (1980)
Renkli Dünya (1980)
İbişo (1980)
Gelinciklerim (1979)
Erkek Güzeli Sefil Bilo (1979)
Doktor (1979)
Vah Başımıza Gelenler (1979)
N'Olacak Şimdi (1979)
Köşe Kapmaca (1979)
Neşeli Günler (1978)
Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor (1978)
Sultan (1978)
Kibar Feyzo (1978)
Hababam Sınıfı Tatilde (1977)
Gülen Gözler (1977)
Sakar Şakir (1977)
Şabanoğlu Şaban (1977)
Tosun Paşa (1976)
Aile Şerefi (1976)
Ah Dede Vah Dede (1976)
Gel Barışalım (1976)
İşte Hayat (1976)
Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976)
Ne Umduk Ne Bulduk (1976)
Süt Kardeşler (1976)
Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975)
Hababam Sınıfı (1975)
Bizim Aile / Merhaba (1975)
Televizyon Çocuğu (1975)
Sevgili Halam (1975)
Pembe Panter (1975)
Haydi Gençlik Hop Hop (1975)
Plaj Horozu (1975)
Şehvet Kurbanı Şevket (1975)
Bitirimler Sınıfı (1975)
Delisin (1975)
İşte Hayat (1975)
Hanzo (1975)
Çapkın Hırsız (1975)
Ah Nerede (1975)
Minik Cadı (1975)
Gece Kuşu Zehra (1975)
Mavi Boncuk (1974)
Yüz Liraya Evlenilmez (1974)
Hasret (1974)
Aç Gözünü Mehmet (1974)
Salak Milyoner (1974)
Canım Kardeşim (1973)
Oh Olsun (1973)
Sev Kardeşim (1972)
Vur Patlasın Çal Oynasın (1970)
Abbas Yolcu (1959)
Kahpe Kurşun (1957)
Lüküs Hayat (1950)
Yara (1947)

SİTE TAVSİYESİ

DICK OSSEMAN Kendisi eski evlere, şehirlere ve yerleşim yerlerine düşkün bir Hollandalı. Bu nedenle 13 defa Türkiye ye gelmiş ve asağıdaki (çoğumuzun büyük kısmını görmediğini zannettigim) yerleri gezmiş, 10600 un uzerinde fotoğraf çekmis, Türkiye için sadece kendisinin çektigi fotograflarin yer aldigi ozel bir web sayfası hazırlayarak internet ortamında tüm dünya ile paylaşmış. Tarihi yerleri, müzeleri, camileri, kentlerimizi görüntülemis, bunların yanısıra günlük hayattan, Türkiyenin gerçeklerinden kareler yakalamış. Aşağıda gittiği yerlerin listesi ve resimlerin linkleri bulunmakta. Bu yer isimlerinden birine tıklarsanız linkden bağlanacaksınız.İ ncelemenizi öneririm:
.
.Abana , Adana , Afyon , Ahlat , Akdamar , Aksaray , Alacahöyük , Alanya ve Side , Amasra, Amasya, Anamur, Ani, Ankara, Anıt Kabir, Ankarada Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Antakya, Antakya müze, Antalya , Termessos , Perge, Artvin , Assos , Ayvalik, Ballıca Ma�arası, Balıkesir, Bergama, Birecik , Bitlis , Bodrum, Bo�azkale, Boyabat, Bursa, �anakkale, �ayeli, Cappadocia - içinde özel galeriler kiliseler ve �ehirler var , �orum, Dalyan, Didyma, Divri�i, Diyarbakiır, Do�ubeyazit, Edirne, Efes, Erzincan, E�irdir, Erzurum, Eski�ehir, Fethiye, Gaziantep, Göreme, Harran, Hasankeyf, Ihlara, Inebolu , Isparta, Istanbul 1, Istanbul 2, Istanbul 3, Istanbul Levent, Istanbul Yedinci Tepe, Istanbul Pera, Istanbul dola�ı , Istanbul �sküdar, Istanbul Bo�azı, Istanbul Aya Sofia, Istanbul Kariye Müzesi, Istanbul Top Kapı Saray, Istanbul Arkeoloji Müzesi, Istanbul �inili Kösk Müzesi, Istanbul Asker ve Deniz Müzesi, Istanbul Dolmabahçe Saray, Türk ve Islam Eserleri Müzesi, Izmir, Izmit, Iznik, Kahramanmara�, Karaman,, Kars, Ani ve Hopa ile, Ka� ve Patara, Kasaba, Kastamonu, Kayseri, Knidos, Konya, Kütahya, Malatya, Mardin, Mersin, Midyat, Milas, Miletus ve Priene, Mu�la, Mu� , Mustafapasha, Ni�de, Niksar, Ordu, Ortahisar , Pamukkale, Hierapolis ve Aphrodisias ile, Samsun, �anlıurfa, Sardis / Sart, Sel�uk , Siirt , Silifke, Sinop, Sivas, Tarsus, Ta�köprü ve Kale Kapı, Tekkiraz ve Akku�, Tercan, Tire, Tokat, Trabzon, Turhal ve Zile, Uçhisar, �nye, Urfa, �rgüp, �sküdar, Van , Yalvaç and Antioch Pisidian, Yazılıkaya, Zile ve Turhal.

Perşembe, Nisan 26, 2007

MEKTUP

İnsanın kendini ifade etmesinin farklı yolları olmuştur, bunların kimini bugün kullanıyoruz kimini şu an kullanmıyoruz. Mesela dumanı kim kullnıyor şu an veya şişenin içerisine mesaj yollamayı kim yapıyor. Ama yavaş yavaş unuttuğumuz buna rağmen anlamını koruyan bir yol var duygumuzu ve düşüncemizi anlatabilmemiz için : mektup. Daha önceki yazıarda da mektuptan bahsetmiş ve mektup örnekleri yayınlayacağımızı söylemiştik. Bugün mektup örneği yerine Avusturya Posta İdaresinin reklam afişini paylaşmak istiyorum.
Duygularınızı ve düşüncelerinizi yazıyla bütünleştirin.



Cumartesi, Nisan 21, 2007

KİRLENMEK GÜZELDİR

İki yıldır televizyon ekranlarımızda ve gazetelerde akılcı bir kampanyanın ürünü olan bir reklamı görüyoruz. "OMO" isimli deterjan firmasının reklam sloganı "kirlenmek güzeldir". Bu reklam sayesinde bu marka benim zihnimide bilinirlik zirvesine ulaştı. Öncelikle reklam kampanyasını yürüternleri kutluyorum. Reklam güzel bir noktaya temas etmiş.

Çocukluğun vazgeçilmez bir parçasıdır oyun. Ama bu oyun bilgisayar ekranına sığdırılmış sanal oyun olmamalı. Çocuk dediğinin kuklası olmalı, bisikleti olmalı , toprak üstünde topaç çevirmeli, misketini yuvarlamalı, plastik topla futbol oynamalı, tahtadan kulube yapıp evcilik oynamalı. Tüm bu oyunları oynarken çocuk kirlenecek ve o zaman o oyunu oynadığını anlayacak. Ve bazen karnı acıkacak ve o zaman hemen eve gidip reçelli ekmek alacak ya da evden bir salatalığı ısıra ısıra çıkacak. Anneler hep uyaracak "bak bunu yeni yıkadım sakın ha kirletme" diyecek. Giysi dediğin kirlenmeli bence çocuk aman kirlenmesin düşüncesi ile her hareketini yürüttüğünde oyununu oynayabilir mi; ayağa girip çalım atabilir mi, misket yuvarlayabilir mi, dönen çemberin peşinden koşturabilir mi?

Eminim ki şu anda anneler çocuğun sokakta koşsun istiyor internet kafede terörist olmasın istiyor. Çocuklarımıza bir reçelli ekmek verilim koşsunlar doyasıya papatyaların, çimenlerin arasında özgürce çocuk olsunlar.

Cuma, Nisan 20, 2007

ERGUVANLAR

7 Nisan 2007
Ahmet ALTAN aaltan@hurriyet.com.tr

Erguvanlar...



Uysal bir bahar yağmuru yağıyor.

Gökyüzü kapalı ama yapraklarında biriken su damlacıklarıyla erguvan ağaçları sanki başka bir hayatın ışıklarıyla güneşli bir gün gibi parlıyor.

Bu şehrin şiirini onlar yazıyor.

Bazen Baki gibi yazıyor:

"Dürr ü yakut ile nahl-i murassa sandım

Erguvan üzre dökülmüş katarat-ı emtar"

Bazen Hilmi Yavuz gibi yazıyor:

"Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden

geriye sadece erguvanlar kaldı"

Yağmur yağdığında "üzerlerine inciler dökülmüş yakutlar" gibi ışıldayan erguvanlar geçip gidiyor ve geriye sadece erguvanlar kalıyor.

Bütün şiirler gibi onlar da şiirleriyle vahşiler, yerli yerine yerleşmiş bütün düşüncelerimle duygularımı "inci köpüklü yakut bir deniz" gibi kabararak yerlerinden oynatıyorlar.

Onlara bakarken "geriye sadece erguvanların kalacağını" biliyorum, şiirli bir yokluğun yolcuları olduğumuzu, binlerce yıldır onların o sessiz yakut bakışlarıyla izlediği hayatın kendilerini olduğundan daha mühim sanan misafirleri olduğumuzu...

Bu şehrin ev sahibi onlar.

Bizanslıları da, Haçlıları da, Osmanlıları da gördüler.

Değişik diller, değişik kıyafetler, değişik geleneklerle akan bir insan nehrinin sahilinde duruyorlar.

Her şey değişiyor.

Erguvanlarla duygularımız değişmiyor.

Hepimiz yaşamak macerasının acemileriyiz.

Bunu, onlar biliyor.

Harmaniyeleriyle, zırhlarıyla, kaftanları ve peçeleriyle önlerinden geçen onca insan hep aynı hataları yaptılar, "misafir" olduklarını unuttular, duygularını küçümsediler, onları sakladılar, hep bir başka zamana ertelediler, "bir başka zaman" olmadığını hiç bilemediler, hissettikleriyle yaşadıkları arasında uçurumlar oluştu.

Hep bir başkası olmak istediler.

İnsanların bir türlü kendileri olamadıklarını, en çok "kendileri olmaktan" korktuklarını, kendileri olmaktan utandıklarını, saklandıklarını, kendilerini saklayabilmek için gerçek olmayan hayatlar icat ettiklerini, aslında var olmayan "bir başkasını" taklit etmeye çalıştıklarını gördü erguvanlar.

Kuşaktan kuşağa hep aynı hataları tekrarladıklarını...

"İşte tenha her yanımız, hep tenha

ne aradık sözcüklerin kuytularında

ne bulduk soldukça çoğalan dilimizde"

Hep tenha oldu her yanımız, kalabalıkları aradıkça biz tenhalaştık, kendimizi bırakıp "bir başkası" olmaya gittik.

Başkaları bizi terk ettiği için tenhalaşmadık, kendimizi ilk terk eden bizdik.

Onun için tenhalaştık.

Kendimizi saklamak, kendimizden uzaklaşmak, kendimiz olmamak için ne kadar çok yalan söyledik.

Sanki uğursuz bir ses daha doğduğumuz andan itibaren bize, "Sen kötü bir şeysin, kendinden kaç, başkası ol" diyordu.

Bir "başkası olmak" için kaçanların tenhalığıydı hayatımızda hissettiğimiz.

Kaçarak geçip gidiyorduk hayattan.

Yakut gözlü erguvanlar kalıyordu sadece.

"Nasıl var olduysanız öyle kayboldulardı

bir yazın tiniyle bir güzün bedeni

hem birleşti hem de ayrıldı sizde"

Bizim var olduğumuz gibi kayboldu o insanlar, o harmaniyeliler, o zırhlılar, kaftanlılar, maşlahlılar.

Hiç kaybolmayacaklarını sanarak kayboldular.

Eğer erguvanlar gibi seyredebilseydiniz onları, önünüzden akıp giderken yaptıklarını, yalanlarını, gereksiz korkularını, anlamsız saplantılarını, kendilerinden duydukları utancı ve saklanabilmek için nasıl tenhalaşarak kaçtıklarını, acırdınız insanlara.

Kendinize acırdınız.

"Neyimden utanıyorum en çok" diye sorardınız kendinize.

Neyinizden utanıyorsunuz gerçekten?

Üstelik de bu kadar övünürken kendinizle, böbürlenirken, kimselere benzemediğinizi anlatırken, neyi saklamaya çalışıyorsunuz?

Sizin saklamaya çalıştıklarınızı başkaları da saklamaya çalışıyor.

Karşılıklı yalanlarınız.

Bunu bu kadar acıklı yapan da bu belki.

Uysal bir bahar yağmurunun altında "inci kakmalı yakutlar" gibi ışıldıyor erguvan ağaçları, şehrin sahipleri onlar, sessiz muhafızları, bu şehrin şiirini onlar yazıyor.

Onun için çiçeklerini açtıklarında içim dalgalanıyor.

O yakuttan şiir temizliyor içimi.

Her şey anlamını yitiriyor.

Yeni anlamlar geliyor kaybolanların yerine.

Ben kendimi saklamaya çalışacak kadar önemli biri değilim.

Siz de önemli biri değilsiniz.

Sadece acemiyiz biraz, cahiliz.

Ne kendimizi biliyoruz, ne başkalarını.

Ruhumuzdaki şu zaaflar sadece bize ait sanıyoruz, mükemmel insanlar arasındaki tek zavallı biziz sanki, başkalarının zaafları yok, bir biziz zaaflarıyla lekeli olanlar.

Herkes bizim gibi.

Hepimizde aynı yaralar var.

O yaralarla doğduk biz.

Hiçbir yalan iyileştiremedi onları.

Binlerce yıldan beri utanıyoruz kendimizden.

"Zaman'ın sırı hálá duruyor olmalı ki üzerimizde

biz bakınca görünen aynalardı"

Kendinize bakınca kimi görüyorsunuz?

Bir başkası olmak isteyen birini.

Bir başkasını taklit eden birini.

Bir başkası olduğuna herkesi inandırmak isteyen birini.

Şehrin tepelerine doğru yayılan erguvan ağaçlarına bakmalı insan.

Çiçeklerine asılı kalan yağmur damlalarına.

O "inci damlalarının" içindeki ışıklı gölgelere, geçmiş zamanın orada kalan izlerine, söylenememiş nice duyguya, yaşanamamış nice hayata, dilleri, dinleri, kıyafetleri değişse de hep aynı korkuyu derinlerinde besleyenlere bakın.

Onlar yoklar şimdi...

Bizim var olduğumuz gibi yok oldular.

"Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden

geriye sadece erguvanlar kaldı"

Var olmanın utancı ve yok olmanın ıstırabıyla yürüyoruz hayatın içinden.

Dostça, ılık bir yağmur yağıyor.

Her şey anlamını değiştiriyor.

Hiçbir şeyin önemi yok şu anda.

Dallarına sıralanmış yağmur damlalarıyla bir erguvan ağacı bana her şeyi anlatıyor.

Yağmurdan, yakut çiçeklerden ve şiirden başka gerçek yok.

Ben gerçek değilim.

Siz de değilsiniz.

Başkası olmaya çalışırken tenhalaşmışız ve aynalara baktığımızda sadece aynaları görüyoruz.

Bu şehir binalarını değiştiriyor, insanlarını değiştiriyor, çehresini değiştiriyor, savaşlar, çatışmalar, kıyamlar, aşklar, ihtiraslı kavgalar yaşıyor, geriye boş aynalar ve erguvanlar kalıyor.

Bunca zamanda "olduğu gibi olan" kimseye rastlamıyor.

Kimse duygularına sahip çıkmıyor.

Sahipsiz, terk edilmiş duyguların hayaletleri dolaşıyor şehrin sokaklarında, binlerce yıldan beri söylenmeyen, saklanan, utanılan duygular.

Sahipleri çoktan gitti.

Yeni gelenler eskilerin duygularını alıp onları aynı onlar gibi terk ediyorlar.

"kuytulardı, geçip gittiler sözlerimizden

geriye sadece kuytular kaldı"

Sözlerimizden de, hayatlarımızdan da, şehrimizden de gittiler.

Kuytular kaldı.

Karanlık, koyu kuytular.

Bir gün gelecek ve insanlar kendileri gibi olacaklar mı, hiçbir duygularını saklamadan, duygularından utanmadan, korkmadan, gerçek kendileri olacaklar mı?

Yoksa "gerçek kendimiz" bu mu, bu yalanlar, içimizdekileri utançla saklamalar mı bizim aslımız?

Hiç değişmeyecek miyiz?

Hep, geriye "kuytular" mı kalacak?

Bu şehrin ışığı bizi, içimizi hiç aydınlatmayacak mı?

Erguvanlar açtılar.

Şehrin sahipleri.

"Dürr ü yakut ile nahl-i murassa sandım

Erguvan üzre dökülmüş katarat-ı emtar"

Hiçbir kelimesini bile anlamadığımız şiirinde Baki yağmurda erguvanları anlatıyor, incilerle yakutlarla işlenmiş bir fidanı.

Yağmur yağıyor.

"İncilerle donatıyor yakuttan çiçekleri."

Bütün duygularım değişiyor.

Bir ağaç gibi gerçek olabilmeye ne kadar yaklaşabilirim acaba diye merak ediyorum, siz ne kadar yaklaşabilirsiniz?

Gerçeği insan ancak yok olacağını sezdiğinde bu kadar kuvvetli istiyor...

Ve binlerce yıldır burada duran erguvan ağaçları kaybolmuş bir geçmişi hatırlatırken, kaybolacağımız bir gelecek olduğunu da söylüyor.

Bir kalabalığın içindeyiz.

Erguvanların önünden akıp giden bir kalabalığın.

Hiçbirimiz kendimizle ilgili gerçekleri söyleyemedik.

Ne Bizans imparatorları, ne Haçlı komutanları, ne Osmanlı padişahları, ne de tahtsız ve taçsız yaşayanlar.

Yağmurlar hep yağdı.

Erguvanlar hep açtı.

Biz yaşadık.

Biz öldük.

"Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden

geriye sadece erguvanlar kaldı"

Pazar, Nisan 15, 2007

Radyo Tiyatrosu

Ben tiyatro sahnesinde canlı calı bir oyunu sergileyen oyuncuları görmeden önce radyo tiyatroları dinledim, hayal meyal hatırlıyorum. Ben küçükken şimdiki minik radyolara göre hayli büyük bir radyomuz vardı; ekseriye radyo 1 ve polis radyosu dinlenirdi ama onlar uzun veya orta veya kısa dalga mıydı hatırlayamıyorum şimdi. Haftasonları radyo 1 de mutlaka radyo tiyatroları olurdu ama ben pek dikkat etmezdim , küçüktük ne de olsa.
Bu pazar da kahvaltımın sonrasında bir radyo tiyatrosusu dinledim radyo 1 de ismi "ay bana baktı" idi, her bölüm atlamalarında "acaba işler yoluna girecek mi ", "şimdi ne olacak" heyecanını yeniden yaşadım. Radyo tiyatrosunun diğer tiyatrodan , televizyondan ve sinemadan farklı olduğunu yeniden gördüm. Arada bir bu farklılığı da yaşamalı galiba. Eskiler bir kaç aile radyonun başına toplanır radyo tiyatrosu dinlermiş. O zamanlar televizyon yokmuş şehir tiyatroları ve devlet tiyatroları yaygın değilmiş , sinemalar yokmuş ondan bu kadar ilgi görüyordu. Şimdi de o zaman yok olanlar mevcut ama onlardan farklı yapısı ile radyo tiyatrosu da var nadir de olsa arada bir tozunu silmeli bir yerde duran radyonun galiba.

Cumartesi, Nisan 14, 2007

BABALAR VE ÇOCUKLAR











Bu yazıyı herkese gönderin...

Bu yazının ana fikrini daha önce başka bir yazı içinde ve başka yayınlarda paylaştım. Paylaştım ama yaşananları gördükçe özellikle 'düşen kur ve sıcak paranın katlanan kârını', bu farkı cebinden ödeyen bir Türk vatandaşı olarak, hırsım artıyor ve yaşananları herkese duyurmak istiyorum. Lütfen bu sesi duyun, lütfen bu detaylara çok dikkat edin. Bize 'yardım ediyorlar, müzakere ediyorlar, iş yapıyorlar' gibi görünse ve böyle pazarlansa bile doğru değil. Tek bir geçek var; onlar, sizler, bizler için hiçbir şey yapmıyorlar, tam tersi onların emeklilerine bizler bakıyoruz...
Nasıl mı?
Değerli dostlar, yukarıdaki cümle fazla iddialı gelebilir. Aslında hiç de öyle değil ve tamamen gerçek.
Hep birlikte açalım. Türkiye'de 1989 sonrası temeli atılan, 1994, 1999-2001 krizleri ve sonrasındaki süreçte Türkiye'ye tam olarak yerleştirilen 'sıcak para' modelinde gözden kaçan çok önemli bir ayrıntı var; Türkiye'deki her ücretlinin sırtında Avrupalı veya Amerikalı bir emekli var.
Hâlâ çok açık gelmedi. Biraz daha açık yazarak örnekleme metodunu kullanayım; bugün Yozgat ilimizdeki 'ücretli' Hasan bey, Yunanistan'da yerleşik 'emekli' Yorgo'ya bakıyor, Almanya'da oturan emekli Hans'a gelir aktarıyor.
Peki sistem nasıl çalışıyor?
1- Bugün Türkiye'deki finansal yapı; tamamen sıcak para üstüne kurulmuş 'dışarıdan akan paranın yüksek bir şekilde nemalandığı' ve 'kendi yararına' sistemin patlamasına yani 'cari açık, siyasi risk' gibi unsurların algılanmasına izin vermediği bir dinamik üzerine oturmuş durumda. Cari açık ve cumhurbaşkanlığı gibi riskler algılanmıyorsa, bu 'sistemden aşırı getiri sağlayanların' yapının bozulmasından duydukları kaygının 'gerçekleri' örtmesinden kaynaklanıyor.
2- Sıcak para tabanlı sistemlerde 'dalga boyu' düşer ama 'içerideki birikim' yani 'yerli tasarruf sahiplerinin varlıkları veya çalışanların katma değer ve ödedikleri vergileri' yurtdışından gelen 'sıcak para' tarafından emilir. Bu tespitler sonrası gelelim yukarıdaki iddiamıza; Avrupalı emeklilere Türkiye'deki çalışanlar nasıl bakıyorlar? Bunun için 2001/2007 yılları arasında dolar YTL'nin seyrine bakmanız yeterli.
Yunanistan'dan gelen bir emeklilik fonu 2003 Mart ayında Türkiye'de '1 milyon dolar' satmış (avro olarak da aynı hesap yapılabilir) ve karşılığında Hazine bonosu almış. Kur 1.30'lara gelince pozisyonunu kapatmış veya hâlâ pozisyonunu koruyor. Kur farkı ile dolar bazında getirisi o günden bugüne yüzde 100 seviyesinde. Daha açık ifadesi ile yıllık dolar bazında kur düşüşleri ile 'yüzde 20-25 dolar bazında getiri' sağlamış. Bu kazancı ile de 'kendi katılımcısı' olan Yorgo'nun maaşını ödemiş. Bugün hâlâ yıllık Türkiye'deki pozisyonlarından 'dolardaki kur farkı hariç' yüzde 14-25 arasında getiri sağlıyor. Bu noktada hemen soralım; bu paranın dolar bazında elde ettiği yüzde 100'e yakın getiri nereden geliyor? Cevap çok kolay; Türkiye'de çalışan, üreten kesimin sırtından.
Sonuç: Yukarıdaki 'çok küçük' bir örnekleme yaptım, ölçeği büyüterek detaylandırabilirsiniz. 1999-2007 Şubat arasında bu ülkeye giren sıcak para 'içeride çalışıp, didinen halkımın' sırtından, cebinden 'milyar dolarlar' kazandı. Bu mu ekonomik sistem? Bu mu bu halka biçilen değer? Bu para kimin cebinden çıkıyor?
Son söz: Lütfen bu yazıyı ulaşabildiğiniz herkese ulaştırın. Kurulan bu sıcak yapı içinde 'yer altı, yer üstü, insan, ekonomik, sosyal' kaynaklarımız transfer edilmeden, varlığımız 'hortumlanmadan' uyanalım... Not: Bu yazının benzerini başka yerlerde de aktardım ama inanın daha binlerce kez aktarmalıyız.

*Yiğit BULUT -12/04/2007 Radikal Gazetesinden olduğu gibi aktarılmıştır

Çarşamba, Nisan 11, 2007

AŞİNA BİR KENTİN BAHAR FOTOĞRAFI


Bir yanda Kızkulesi diğer yanda Boğaziçi’ni bir dantel gibi süsleyen yıllanmış şehir hatları vapurlarıyla gelen güzel havalar sizi de mahvetmesin.
.
.
İstanbul’da hiçbir bahar yoktur ki meşhur bir İstanbul fotoğrafını içinde barındırmasın. Boğaziçi’yle, mavi suyun üzerinde salınan vapurlarıyla, Kızkulesi’yle gelir bu kente bahar. Dünyaca ünlü birçok yazar, birçok şair gelip gitmiş İstanbul’a deniz yoluyla. Birçoğu anılarında İstanbul’dan bahsederken, içinde bulundukları geminin Haliç’e doğru dümen kırdıktan sonra karşılarına çıkan manzaraya hayran olduklarını anlatmışlar. Bir yanda bahar güneşini akşamları arkasında saklayan Kızkulesi, sol tarafta sırayla yapılanmış dünyaca tanınmış birçok tarihi cami, bir zamanlar padişahların yaşam sürdükleri Topkapı Sarayı, sağ tarafta Galata Kulesi ve boğazı adeta bir dantel gibi süsleyen yıllanmış şehir hatları vapurları...
.
Dünyanın diğer ülkelerinden gelen insanlar bir yana, Anadolu’nun dört bir yanından gelen herhangi bir insanın hayran kaldığı bir manzara bu. Bir bahar akşamı işinizi gücünüzü bırakıp boğazı seyre dalarsanız, siz de göreceksiniz bu manzarayı. Biraz daha dikkatli bakarsanız, vapurların adeta aksak ritimli bir dans ettiklerini sezinleyeceksiniz. Bir iskelenin arkasında durduğunuzda, önce çok uzaktan gösterecek biri burnunu, dümeni size doğru kırdıkça büyüyecek gözünüzde. Sonra kocaman gövdesini bir sandalın yanına yaklaştığında daha iyi algılayacaksınız. Yanını iskeleye verdiğinde bir hareketlenme başlayacak, çarkçıbaşı kendi görevini yapacak, halatçı halatı atacak, yolcular da bir sel gibi akacaklar vapurun içinden. Sonra diğerleri binecek, uzaklaşacak yine vapur. Sonra bir diğeri gelip aynı ritmi tekrarlayacak..
.
Yıllar önce Boğaziçi
Günümüzde daha çok zehirli atık taşıyan tankerlerin kazalarıyla anılan İstanbul Boğazı’nı, Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazılarından, onun yaşadığı zamanda, onun gözleri ile izleyince farklı bir manzara çıkıyor ortaya:
.
"Boğaziçi’nde, bağdaş kurmuş gibi rahat ve alçak dağlar, çömelmiş gibi tepeler, aralarında halleşen kadınlar kadar sakin görünür. Su kenarındaki bayırlar, ağaçlar ve renkler kalbimizin muhabbetli hisleri kadar yumuşak ve tatlı duyulur. Bu mavi, rüzgarlı sular, beyaz ve geçici bulutlar, bu birleşik güzellikler bize mutlaka annelerimizin şefkatlerini, çocukluk günlerimizin his ve hayal dolu saatlerini, dünyanın bize iyi olduğu zamanları hatırlatır... Şimdi geçmiş Boğaziçi zamanlarımın huzur, haz ve hayal aleminden en çok lezzetle hatırladığım anlar, eve dönmek için bindiğim akşam vapurlarının köprüden kalkmağa hazırlandıkları, kalktıkları saniyelerdir... Boğazın hazzına doğru yüzmeğe kalktığı sırada vapurun vücudunda adeta bir lezzetin ürperişleri duyulur, o, yarışa iştirak edecek bir at gibi, hisli, sanki kişner, sesler telaş, memurlar acele eder ve bütün vapur ahalisinde bir neş’e sezilirdi... Ey Boğaziçi! Vapurlarının o kalkışları, eminim ki bu saniyeleriniz kalbimin mahfazasına girmiş en kıymetli zamanlardan olmuştur. Elli sene evvel yorulmuş ve adiliklerden bıkmış çocuğun hülyalarına müsait bir muhite dönerken ruhuna sizin bıraktığınız beyaz izleri, bugün de o geçmiş günlerde olduğu kadar tamam olarak ve artık yeni hiçbir şeye duyamayacağım bir heyecan ile duyuyorum..." (Boğaziçi Yalıları, İstanbul, 1968)
Birbirinden ayrı zaman dilimlerinde yaşayan birçok şaire ve yazara ilham kaynağı olan Boğaziçi, yaklaşık olarak 16. yüzyılın başlarında Divan Edebiyatı’na girdi. Birçok şair ve yazar, yüzlerce eserde Boğaziçi’nden bahsettiler. Fakat bunlar arasında, İstanbul, Boğaziçi ve bahar denilince akla gelen ilk şair Orhan Veli’dir şüphesiz. Orhan Veli, belki de böyle bir bahar gününde bir kez daha baktı İstanbul’a ve şiiriyle en güzel İstanbul fotoğrafını çekti:
.
"...İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı,
Kuşlar geçiyor derken
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık,
Ağlar çekiliyor dalyanlarda,
Bir kadının suya değiyor ayakları..."
.
TEMEL KARATAŞ

Pazar, Nisan 08, 2007

KIYAMET SURELERİ: ( 1 ALAMET SURELERİ )



Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.

Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.

Haram sevaboldu, sevap haramdır.

Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir,

çekin ki körükleri

ateşe girdi demir.

.

Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.

Duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile,

kendi kendilerin reddü inkâr edile

ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin.

Duyuldu uykusundan uyandığı

zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin.

.

Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.

Medet yoktur, bakma geri.

Kantarma zapteyleyemez oldu beygiri.

Çıkmış üzengiden, ayağı yok mu?

Kan sızar, şâk olmuş, dudağı yok mu?

Gider, böyle gider, dahi gider

bu âteş yolların durağı yok mu?

Bu yol orda biten yoldur.

«Türabolmak ne müşküldür...»

.

Çekin ki körükleri

ocağa girdi demir.

Bir ateş külçesi düştü buzların ortasına.

Alâmetler belirdi, kıyamet alâmetleridir.

Haberdir, erişmekte kaynayan su galeyan noktasına.

N.H.RAN

Çarşamba, Nisan 04, 2007

karelerle aşk

karelerle aşk

Bengihayatta daha önceden yayınlanmış yazılara da bakanlar bilir daha önceden "çocukça aşk " başlıklı bir yazı yayınlanmıştı şimdi de aşka kendi yorumlarımla ve karelerle yer vermek istiyorum.

Aşk çift düşünme hali olsa gerek; denizin kokusunu birlikte hissetmek İstanbul'da birlikte olmamış olsanda bir çift iskelede oturup kahveyi yudumlarken boğazdan geçen şehir hatları vapuruna selam verme hayali olsa gerek.

Papatyaların,güllerin, karanfillerin,lalerin,orkidelerin topyekün senfoni ile (seviyor) haykırması demek olmalı.

Dalıp dalıp gitmek seyri hayalde olmak demektir eskimeyenlere dair.

Sevginin kokusunu içine çekmek olmalı.

Bir uğur böceğinin kanadında insan uyanmalı tüm günü yaşamalı ve yastığa başını koymalı..