Cuma, Eylül 29, 2006

Kibir Üzerine

Paulo COELHO

Kıskanclığın kibiri

Suriye''nin collerinde Seytan ogrencilerine sunlari anlatiyordu: ''Insanoglu her zaman kendisi icin iyi bir seyler yapacagina baskalarinin kotulugunu istemekle mesguldur.''
Ve soylediklerini ogrencilerine gostermek icin colde dinlenmekte olan iki adam uzerinde bir deney yapmaya karar verdi.
Seytan, adamlardan birinin yanina yaklasti ve ''Buraya senin dileklerini gerceklestirmeye geldim'' dedi; ''Benden ne dilersen gercek olacak. Arkadasin da bu dilekten ayni senin gibi yararlanacak, yalniz ona her ne dilediysen onun iki kati verilecek.''
Adam uzun bir sure sessiz kaldi ve sonunda soyle dedi: ''Arkadasim benden daha mutlu ve kazancli olacak cunku ne dilersem dileyim o benden iki kat fazlasini alacak. Bu yuzden ben de ona bir tuzak hazirladim: Tek gozumu kor et, iste senden bunu diliyorum.''

Kutsallığın kibiri

Zen rahibi gercege giden yolu bulabilmek icin on yilini bir magarada meditasyon yaparak gecirmisti. Bir ogleden sonra magarasinda dua ederken iceriye bir maymun girdi. Rahip konsantre olmaya ugrasiyordu ama maymun iyice yanina yanasmis, ayagindan sandaletini almaya calisiyordu.
''Kahrolasi maymun!'' dedi rahip. ''Neden dualarimi boluyorsun?' '
''Karnim ac'' dedi maymun.
''Git buradan! Tanri''yla iletisim kurmami engelliyorsun! ''
''Benim gibi zavalli bir yaratikla bile iletisim kuramazken Tanri''yla nasil iletisim kurabilirsin ki'' dedi maymun.
Bunu duyunca kendinden utanan rahip ozur diledi.

Gücün kibiri

Köy bir barbar kabile tarafindan tehdit ediliyordu. Köyün sakinleri de birer birer evlerini terk edip daha guvenli yerlere goc ediyorlardi. Bir yilin sonunda koyde bir grup Cizvit''ten baska kimse kalmamisti.
Barbarlar ordusu koye geldiginde hicbir direncle karsilasmadi ve vahsi adamlar kazandiklari bu zafer serefine buyuk bir ziyafet duzenlediler. Tam yemegin ortasinda bir rahip karsilarina dikildi.
''Buraya gelip bizim butun huzurumuzu kacirdiniz. Sizden burayi hemen terk etmenizi rica ediyorum.''
''Sen neden hala buradan kacmadin?'' diye bagirdi barbarlarin sefi. ''Seni gozumu bile kirpmadan kılıcımla ikiye bölebileceğimi görmuyor musun?''
Rahip sakin bir sekilde cevap verdi:
''Peki sen, gözümü bile kırpmadan bir kılıçla ikiye bölünebileceğimi görmüyor musun?''
Rahibin olum karşısında bu kadar soğukkanlı kalabilmesine şaşıran şef, ertesi gün adamlarını toplayıp köyü terk etti.

Perşembe, Eylül 28, 2006

İyi bir şey... ( Işık MENDERES )

10/12/2005 - Radikal cumartesi

Yüzyıllar önce Hindistan'da kralın baş danışmanlığını yapan ve karşılaştığı her olay karşısında,"Bu iyi oldu, çok iyi oldu," demesiyle nam salan bir bilge yaşarmış.
Günlerden bir gün, ava çıkan kral ormanda dolu dizgin giderken atından düşmüş ve ayağından feci bir şekilde yaralanmış. Doktorlar kralın ayak parmaklarından birinin kesilmesi gerektiğini tartışırlarken, baş danışman her zamanki gibi, "İyi oldu," demekle yetinmiş.
Kral, bunu duyunca çileden çıkmış. "Nasıl böyle bir şey söylersin ki?..." diye bağırmış, "Seni görevinden alıyorum. Yıkıl karşımdan!" Öteki ısrarla, "Bu da iyi oldu," diyerek saraydan ayrılmış. Aradan aylar geçmiş. Bir parmağı eksik ayağı tamamen iyileşen kral, yeni bir av partisi düzenlemiş. Bu sefer ava kendini iyice kaptırıp eşine nadir rastlanan türden bir kaplanın peşine takılmış ve gurubundan ayrılmış. Yağmur çamur, dağ bayır demeden hayvanın izini sürerken, ülke sınırları dışına çıktığını ancak vahşi bir kabilenin tuzağına düştüğünde dehşetle fark etmiş. Bu kabilenin tuhaf bir geleneği varmış. Yılın belli aylarında aldıkları esirleri, inandıkları tanrılara kurban ederlermiş. Yine öyle bir kurban dönemine denk geldiğinden, bizim biçareyi bir güzel yıkayıp muhtelif renklere boyadıktan sonra törenle sunağa yatırmışlar. Başına gelenlere inanamayan kral, yaprak gibi titrerken, kabilenin büyücüsü bir elinde çıngırak, diğer elinde palasıyla etrafında dans ediyormuş. Bir ara, kralın ayağına gözü takılınca çıngırağını yere atarak müziği durdurmuş. Kabile reisine dönerek, "Bu adam hasarlı," demiş, "Parmağı eksik bir kurbanı tanrıya sunamayız!" Büyücü iplerini kesince, kral can havliyle koşmaya başlamış. Sarayına dönüp yaşadığı şoku atlattıktan sonra, eski baş danışmanını yanına çağırmış. "Yine haklıydın," demiş mahçup bir sesle, "Parmağımın kesilmesi iyi bir şeymiş meğerse. Yoksa canımdan olacaktım. Peki, seni azlettiğimde bunun iyi olduğunu neden söyledin?" "Her kötü olayda mutlaka iyi bir şeyler vardır," diye cevap vermiş bilge, "Beni kovmasaydınız, tuzağa düştüğünüz gün büyük bir ihtimalle yanınızda olacaktım. Dolayısıyla da, kurban edilecektim." "Doğru söyledin, sevgili dostum. Bundan böyle daima yanımda kalacak, bilgeliğinle bana yol göstereceksin," demiş kral. Ve bu da iyi olmuş...

* * *
Yaşamı Yunan trajedilerini aratmayan aziz bir dostumun dokunaklı, ama umut veren hikâyesini anlatmak istiyorum sizlere. Üç yaşında yetim kalmış, tüm mirasını üvey annesine kaptırıp 12 yaşında zorla evlendirilmiş, çoğu insanın burun büktüğü birçok işte yüksünmeden çalışmış ve kanseri üç kez yendikten sonra yaşamını insanlığa adamış yaralı ve gururlu bir muzaffer... Geçenlerde kendimi tutamayıp onu hayata bağlayan, zorlukların karşısında dirayetle ayakta durmasını sağlayan gücün ne olduğunu sorduğumda bana şöyle cevap verdi: "Tanrı'dan başka hiç kimsem olmadığı için, ona tutundum ve ardıma bakmadan sadece yürüdüm... Aradığım kendimdi elbette. Başıma gelen her felaketin bu yaşamda dengelenmesi gereken bir karmayı hatırlattığını öğrendim. Ama günün sonunda, farkındalıkla birlikte gelişen özgür iradenin en ağır karmaları bile hafifletebildiğini fark ettim. Nahoş olaylarda, hep iyi bir yan arayıp bunların bana ne öğretmek istediklerini sorguladım. Bunu yaparak iç sesimi tanıdım, ruhumun neleri başarmak için böyle bir savaşı seçtiğini anladım. "Başımı kuma gömüp, 'Ben oynamıyorum artık!' diye itiraz ettiğim anlarda oldu, haliyle. Ama o zaman, olaylar iyice sarpa sarıyor, içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Yine böyle bir dönemde, ruhumdan ve yolumdan çok uzaklaştığımı zannettiğimde, elime Kuran'ı alıp bir sayfa açtım rastgele. Bakara suresinin 216. ayetiydi karşıma çıkan: 'Hoşlansanız da, hoşlanmasanız da, savaş üzerinize yazılmıştır. Siz bir şeyi çok sevip isteyebilirsiniz. O sizin kötülüğünüzedir. Bir şeyi hiç istemeyip hatta ondan tiksinirsiniz. O sizin hayrınızadır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.' Bulduğum cevap şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı."

Pazartesi, Eylül 25, 2006

MAHYA

Eski İstanbul ramazanları, imparatorluk kültürünün ve inceliğinin sergilendiği görkemli bir festival havasında yaşanıyordu. Dinle müziğin ve edebiyatın; ibadetle ziyafet, eğlence ve gösteri sanatlarının kaynaşması bu ay boyunca doruktaydı. Bu renkli âlemin her akşam gökyüzünde ışıldayan sembolü ise mahyalardı. Gündelik yaşamını, “şehrayin/donanma” (ışıklı gece gösterileri), “çerağan” (lale bahçelerinde gece eğlenceleri), “serv-i simin seyri” (Boğaziçi’nde kayıklarla sazlı sözlü mehtap gezintileri) gibi güzelliklerle zenginleştirmiş bir kentte ramazanların da mahyalar ve kandillerle renklendirilmesi doğaldı.Mahya kurmak, bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtılarak gece karanlığına sözcükler yazmak, betimlemeler yapmaktı. Bu geleneğin gerisindeki felsefe ise ramazanın İstanbul’a getirdiği sevinç, bolluk, ferahlık nedeniyle Tanrı’ya duyulan şükranı vurgulamak, halkı iyiliklere ve sevaplara yöneltmek, çocuklara ramazanı sevdirmekti.Günümüzde elektrikle yazılan ramazan mahyaları, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir uğraştı. Şerefeler arasına gerilen kalın bir halata, şimşirden halkalar, kancalar, gevşek yedek ipleri ve sayıları yüzleri aşan kandilleri kullanarak iftar sonrasından teravih bitimine değin, en çok iki saatlik bir zamanı mahyalarla nurlandırmak; hele kışa rastlayan ramazanlarda bunun için şerefelerde soğuktan çivi kesmek, ancak meraklılarının göze alabildiği bir işti. Mahyacılar her akşam ayrı bir mahya kurmak için gün boyu çalışırlar; ilkin satranç kağıdı üzerinde yazı ya da resim tasarımlarını geliştirirler; buna göre kandil sayısını, her kandilin sarkıtma ipleri üzerindeki yerlerini belirlerler; makaralı iplere düğümler atarlar; istenilen görüntünün kusursuz elde edilebilmesi için provalar yaparlar; kandillere aynı ölçekte yağ koyarlar; fıstık çöpünden veya kavrulmuş tatlı su sazına pamuk sarıp fitiller hazırlarlar; kandilleri yuvarlak kutularına yerleştirirlerdi. İftardan sonra da minare şerefelerinden, kandilleri teker teker gergin halata salıverir; ışıklı kompozisyonu gerçekleştirirlerdi. Her gece değişik mahya kurmak için yarışan ve tasarımlarını gizli tutan mahyacıların o akşam ne yazacaklarını veya betimleyeceklerini halk da merakla bekler, ilk kandillerin halata salıverilmesiyle de “-Galiba yandan çarklı vapur!”, “-Tekerlekse top arabası olmalı!” gibi tahminlerde bulunurlardı. Bucurgat, boncuk, halat, ip, kangal, makara ve benzedinden olaşan mahya takımları, büyük camilerin mahyacı odalarında saklanır; mahyacılık da bir meslek olarak babadan oğula sürdürülürdü. Kandil yakma geleneği İslam dünyasında yaygınken, mahyacılığın İstanbul’a özgü dinsel bir sanat olmasının tek nedeni, padişahların yaptırttığı iki, dört, altı minareli “selâtin camiler”in bu kentte olmasıydı. Çünkü mahya kurmak için en az karşılıklı iki minare bulunması gerekiyordu. İkincil payitaht konumundaki Edirne’nin selâtin camilerinde de mahya kurulduğunu tarihler haber veriyor. Hatta bu kentin adı unutulmayan en eski mahyacısı “Mestî” mahlaslı Hacı Aliş Ağa’nın (öl. 1668) Meriç ırmağına direkler dikerek “askı mahyası” kurduğu rivayet edilir...İstanbul’da ilk mahyanın hangi tarihte kurulduğuna ilişkin açık bir bilgi yoktur. Bir öykü, ilk mahyanın I. Ahmed (1603-1617) döneminde Sultanahmed Camii’ne kurulduğunu anlatır: Fatih Camii müezzinlerinden hattat Hafız Kefevî, ramazan ayı girerken padişaha işlemeli bir çevre sunmuş. I. Ahmed, çok beğendiği bu çevredeki işlemelerin geceleri minareler arasına kandillerle resmedilmesini buyurmuş. Bu öyküyü Menakıb-ı İslâm adlı eserinde nakleden Ahmed Rasim (1864-1932), “mahya” sözcüğünün Farsça “mahiye” (aya özgü) ya da “müheyya”dan (hazırlanmış, sıralanmış) Türkçeleşmiş olabileceğini de vurgulamaktadır. Yine, eski yazarlarımızın naklettiklerine göre İstanbul’un ünlü mahyacıları, kendi buluşları olan özgün mahya modellerini kırmızı, yeşil, lacivert atlaslara işleyip saraya götürürler; padişahtan hem ödül hem onay alırlarmış. Mahyacı hünerleri arasında en çok beğeni kazanan gösterinin ise Süleymaniye’nin minarelerinde gerçekleştirilebilen “gezdirme mahya” olduğu kuşkusuz. Bu düzenekle, örneğin köprü görüntüsünün önünde hareketli kayık ve balıklar, köprünün üstünde yürüyen araba canlandırılırmış. 122 kandille yelkenli, 198 kandille saltanat kayığı resmedildiğine göre, gezdirme mahyalar için daha çok kandil gerektiği muhakkaktır. Mahyacıların Kadir gecelerinde minareleri külahtan şerefeye kadar, yol yol kandillerle ışıklandırmalarına “kaftan giydirmek” denilirmiş.1578’de İstanbul’a gelen Salamon Schweigger’in seyahatnamesindeki bir gravürde iki caminin minareleri arasına gerilmiş bir ipe asılı kandillerle mahya betimlenmiş olması ilginçtir. Bu resim, mahya geleneğinin I. Ahmed döneminden daha önce de olduğunu kanıtlıyor. Kâtip Çelebi ise Takvimü’t-Tevarih adlı eserinde başlıca büyük camilere mahya kurulmasının 1723’te Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından emredildiğini yazmaktadır.Ramazanın 15. gecesi Süleymaniye Camii minarelerine kurduğu “hünkâr kayığı” mahyası ile ünlenen Abdüllatif Efendi (öl. 1877), Sultan Abdülaziz’in 1867’de Avrupa seyahatinden dönüşünde, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki Harbiye sırtlarına yazdığı “Padişahım çok yaşa!” mahyası ve Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın İstanbul’a gelişinde Emirgan’daki yalısının önünde mavna direkleri arasına kurduğu mahya ile unutulmamıştır..Mahyacıların, ramazanın ilk onbeş günü boyunca “yazılı”, ikinci onbeşinde de “resimli” mahyalar kurdukları biliniyor. Arap harfleriyle “sülüs” ve “celi” tarzlarında bir iki sözcüklü yazıların en çok yinelenenleri “Ya Şehr-i Ramazan”, “Maşallah”, “Elhamdülillah”, “Ya Kerim”, “Bismillah”, “Allah”, “Ya Rahman”, “Şefaat”... iken 1911 ramazanından başlayarak “Yaşasın Hürriyet”, “Eytama (yetimlere) yardım”, “Hilal-i Ahmeri (Kızılay) unutma”, “Tayyareyi unutma”, “Yerli malı al”, “Yaşasın Misak-ı Milli”, “Yaşasın İstiklâliyet” vb. sözlerin; betimleme olarak da İstanbul yaşamından seçilen öğelerin, örneğin Kızkulesi, cami, köşk, köprü, kayık, yelkenli, ay-yıldız, fıskiye, kuş, gül ve benzerlerinin mahya konusu olduğu saptanıyor. Eski İstanbul yaşamını anlatan yazarlardan Balıkhane Nazırı Ali Bey, Ahmed Rasim, Musahipzade Celâl, Sermet Muhtar Alus, Halit Fahri Ozansoy, Ercümend Ekrem Talu, Burhan Felek eserlerinde mahya konusuna değinmeden geçmemişlerdir. Sermet Muhtar, yıllar önce Akşam gazetesinde yayınlanan “Mahyalar ve Sahurlar” başlıklı bir yazısında İstanbul çocuklarının ramazanın onbeşini nasıl sabırsızlıkla beklediklerini, akşamları “yandan çarklı”, “piyade kayığı”, “çifte kayık”, “kule”, “salıncak”, “beşik” vb. betimlemeleri sonsuz bir zevkle seyrettiklerini vurgular.
* Necdet Sakaoğlu, yazar.

RAMAZAN

Hayatımıza yeni bir "Ramazan"ı buyur ediyoruz bugünlerde. Ömrümüze ömrümüzden çok "Ramazan" konuk ediyoruz belki de, her bitiş te bir sonrakini gözlüyoruz. "Ramazan"ın ülkemiz toplumu açısından dini boyutuyla birlikte kültürel boyutunun da ağırlıkta olduğu kanaatindeyim.

"Ramazan"ın hayatımıza getirdiği farklılık oruçtan daha öte bir manada olmalı. Bu farklılık çok farklı şekilleriye seyrediliyor şehrin hem kalbinde hem sırtında. Canla başla çalıştığımız işimizden dahi erken ayrılıyoruz ailemizle birlikte iftar sofrasında buluşmak için. Herkes için "Ramazan"ın sahip olduğu değerlerde öncelik değişik olacaktır tabii. Herkese sorsak "Ramazan" deyince ilkakla gelen nedir diye; kimisi "Ramazan Pidesi", kimisi "teravih", kimisi "mahya"diyecek belki de sizin cevabınız daha farklı olacak. Sonuçta bu cevapların var olduğu yer "ramazan" olacaktır.

Sıcak ramazan pideleri yanında ışıklı iftar akşamlarında kaynaşmanın var olduğu iftar sofralarında buluşabilmek dileği ile.

Cumartesi, Eylül 23, 2006

SANATÇI

Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde tutsaklık günleri.
Koğuş arkadaşlarını okumaya yazmaya yönlendiren Nazım, aynı zamanda cezaevi yönetimine de yardım etmektedir. Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir.
Birkaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre: - Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve: -Demek Nazım sizsiniz, der.
Nazım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe: -Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş hemen atılır: -Kim duymaz Hayyam'ı.
Nazım: -Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar. Müfettiş şaşırır.
Nazım konuşmasını sürdürür, görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak, der çıkar. Müfettiş yaptığı yanlışı anlar, Nazım'ı geri çağırır ama Nazım koğuşunun yolunu tutmuştur.
Sahi, o dönemin Adalet Bakani kimdi?

* B u yazı bir alıntıdır.

MARTILAR…..

Bundan yüzyillar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda oldugu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmis. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kral ona bakılmasını yasaklamış, her gün dolaşmak için saray muhafızları ile sarayın dışına çıkacağı ilan edildiginde halk eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalanmakmış.

Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında; fakir bir köylü delikanlı herşeyi göze alarak başını kaldırmış ve prensesle göz göze gelmişler... O an fakir delikanlı prensese inanilmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin derin bakışlarının da boş olmadığını düşünmüş ve günlerce uyuyamamış. Fakir delikanlı ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada güzel prenses de onu tutulmuş onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler. Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına çıkarılan delikanli ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duydugu aşkını anlatmış.

Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.

Hemen bir gemi hazırlattıran kral, gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş...

Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış... Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkını anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar... Zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile iki gencin arasındaki aşk iyice büyümüş. Ta ki... Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış... Martıların bile aracı olduğu İki gencin arasındaki büyük aşkı anlayamadığı için kendisinden utanmış ve ağlayarak kızına sarılan kral, hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş.

Buna duyunca çok mutlu olan prenses hemen delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da tüm martıların düğünlerine davetli olduğunu söylemiş. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubu düşürmüş. Tüm martılar hep birlikte
mektubu aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü bulamamışlar...

Bu arada prensesten mektup alamayan aşık delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu ariyorlarmış...

Prensesin kendisini artık unuttuğunu, istemediğini, martıların da onun için
yanına gelmediğini sanan delikanlı üzüntüsünden sonunda kendisini fenerden kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Olanlardan habersiz kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar...

İşte o gün bugündür, martılar o mektubu ararlar. Mektubu bulup, o inanılmaz sevgiyi geri getirebileceklerine, her şeyi düzelteceklerine, inanarak hep denizler üzerinde uçuşup dururlar.

Sevdiklerimiz

Doğan Cüceloğlu' nun eğitimdeki katılımcılarla aralarındaki konuşma
Cüceloğlu: Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?
Katılımcılardan Biri: Allah'a şükür, hocam, bildiğimiz kadarı ile yok.
Cüceloğlu: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların, yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?
Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar:
Katılımcılardan Biri: Ölüm.
Cüceloğlu: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan sonra gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Diğer hiç biri insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi? Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar. Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır. Şu şekilde devam ederim: Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?
Katılımcılardan Biri:Hayır
Cüceloğlu: Şu saniye içinde olma olasılığı var mı?
Katılımcılardan Biri:Var.
Cüceloğlu: Yarın?
Katılımcılardan Biri:Evet.
Cüceloğlu: 30 yıl sonra?
Katılımcılardan Biri:Olabilir.
Cüceloğlu: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyormusunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle hiç bakmamışlardır. Sözümü sürdürürüm:Cüceloğlu: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?
Katılımcılardan Biri: Yoktur hocam.
Cüceloğlu: Peki nereden biliyoruz, az sonra telefonumuzun çalmayacağını
ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?
Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlarlar.
Katılımcılardan Biri: Hocam konuyu değiştirsek?
Cüceloğlu: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?
Katılımcılardan Biri: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.
Cüceloğlu: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın,
gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz? Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular,tartışma ya da gerginlik konusu yaratır mıydı? Yoksa önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona "yüreğinizin taa derininden gelen bir "seni gerçekten çok seviyorum" demeye ne gerek var diye düşünür müydünüz? Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?
Burada bazı katılımcıların ağladığı olur. Belli ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark etmişlerdir.
Cüceloğlu: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde "şimdi kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini bilirim?" diye kendi kabuğumuza çekilip tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme olanağımız gerçekten var mı? Buna zamanımız gerçekten kaldı mı?


*Bu yazı alıntıdır

Cuma, Eylül 22, 2006

BERCESTE

İnsanoğlu hîlebazdır kimse bilmez fendini

Her kime iylik edersen sakla ondan kendini

Laedrî

ŞAİRİN YALNIZLIĞI ( İskender PALA )

Şiirin ve şairlerin en önemli konularından biri yalnızlıktır. Hani gariplik, garip kalma, garip düşme mânâsına olan yalnızlık. Şiire de yakışan bir konudur ayrıca. Hele şair lirizme ve duygusallığa önem veriyor, edindiği yalnızlık tecrübelerini ilhamlarıyla birleştirerek zenginleştiriyorsa…

Yalnızlık çaresizlikle birleştiğinde asıl trajedi mısraları doğar ki artık oturup ağlayasınız gelir.

Divan şiirinde yalnızlık bir ayrılığın, bir terk edilmişliğin, felekten kaynaklanan bir zulmün sonucu olarak dillendirilir ve çoğunlukla şair bu kaderi yaşamak zorundadır.

Sevgilinin ayrılığını, firkatini, hicranını, hasretini çekmek değildir bu, bizatihi sevilenlerin tamamının, elbirliği edip şairi yalnız bırakması, danışıklı dövüş gibi ondan yüz çevirmesidir. Üstelik bunun sebebi şairin terk edilecek durumlara yahut ayıplanacak hallere düşmesi değil, tamamen dostların vefasızlığıdır.

İşte Fatih çağının ünlü şairi Necatî Bey’in feryadı: “Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek / Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı” Aşağı yukarı şöyle demek: “İnsanlar! Bana ağlayın bana ki öldüğüm vakit üstüme bir avuç toprak atmaya saba yelinden gayrı kimsecikler gelmez.”

Ölüm ki insanların en uzak tanıdıklarını bile başına getirir ve mevtanın başında son bir meclis kurdurtur; böylece ölene karşı son görev, dostluk görevi yerine getirilir. Ama gelin görün, şair, öldükten sonra kimsecikler başına toplanmayacak, hatta bir Allah kulu mezarını ziyaret etmeyecek, belki mezar toprağı bile kaybolup gidecek, adı sanı silinecek diye korkmakta, bu yüzden “bana ağlayın” feryadına tutunmaktadır. Bu derece yalnızlığın adı artık garipliktir. Bu Yunus hazretlerinin “Bir garip öldü diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin” demesinden daha hazin bir durumdur.

Mezarını kapatmak için saba yelinden başka kimsesi olmayan bir gariplik, öylesine dehşetli bir yalnızlık. Hafazanallah ölüsü bir kıyıya atılıvermek gibi… Oysa şair bunları söylerken sözün mefhûm-ı muhâlifini kastederek dostlarının gelip mezarını ziyaret etmelerini, birkaç damla da olsa hasret gözyaşları dökmelerini ummakta, dahası sevgilinin gelip mezarı başında kendisini anacağının rüyalarını görmektedir. Galiba asıl şikayeti de bu umutlarının boşa çıkmasından, dost bildiklerinin kendisini terk etmesinden, sevgilinin insafı bırakmasından olsa gerek. Bu derece garipliğin bir benzerini Bağdat ikliminin yanık âşıkı, gönlü esmer acılarla dolu Fuzulî’de de görürüz. Muhtemelen Necatî Bey’e nazire olarak söylenen beyit şöyledir: “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” Şöyle demek: “Ne gönül ateşinden gayrı bir yananım, ne de saba yelinden başka kapımı bir açanım var!”

Fuzulî’nin garipliği, Necatî Bey’in acısının tersine henüz ölmeden gerçekleşmiş, felek ona garipliği daha bu dünyada göstermiştir. İnsanın en kötü zamanında bir yananı mutlaka bulunur. Annesi, kardeşi, can dostu falan… Ama gelin görün ki Fuzulî bütün bunları yitirmiş ve geriye yalnızca gönlünde yanan gam ateşi kalmıştır. Bu ateş, gönlünde aşk yüzünden yandığına göre bütün yitirdikleri de yine bu aşk yüzünden yitirilmiş olmalıdır. Yani onun trajedisi, aşka düştükten sonra terk edilmesi, yalnız bırakılması ve garip kalmasıdır. Fuzulî’ye bu mânâda güzel bir cevap, vaktiyle Kanunî’nin yakın koruma görevinde bulunan (peyk/solak), yeniçeri nesepli Aşkî’den gelir. Onunki de tamamen iyi gün dostlarından şikayettir.

Varlıklı ve itibarlı bir ömrün ahirinde, elden ayaktan düşüp de fakirlik gelip çatınca, çevresindeki insanların birer birer dağılışlarını görerek kahrolmak, nihayet genç eşinin de kendisini terk edip gidişine içerleyerek yalnızlaşmak, İstanbul’a hayli uzak bir yerde, yol iz olmayan Rumelihisarı’nda babadan kalma bir kulübeciğe sığınmak ve sonunda şöylece feryad etmek… Tam bir yürek yarası: “Taşradan kimse gelür deyu sevinir canım / Uğrasa bir sek-i âvâre gelip meskenime” “Eğer bir gün, başıboş dolaşan bir köpek, kazara kapıma uğrasa, dışarıdan birisi beni ziyarete, hal hatır sormaya geldi diye canım sevinmeye başlar.”

Allah kimseye vermesin!..

Çarşamba, Eylül 20, 2006

Aşk Varsa Leyla Var Mecnun Yok

Özlem Özyurt ( Yitik Ülke Edebiyat Dergisi)

İki dirhem bir çekirdek odaya girdiğinde bu yakıştırmanın ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı devirlerden kaldığını bilmiyordu. Okkanın dört yüzde birine denk gelen dirhemi tanımadığından olacak kendisine yapılan zarif nükteyi anlamadı ya da anlamamazlığa geldi. Bir Osmanlı altınının toplam iki dirhem ve bir çekirdek ağırlığa sahip olduğunu bilse belki de hiçbir zaman farkına varmadığı zarafetiyle tanışacak, ondan sonra hayatı her zamankinden daha kolay olacaktı. Oysa resmettiği Leylâ’nınkilerin eşi gece rengi gözlerini, her an kızarmaya hazır yanaklarını o güne kadar kimse ona hatırlatmamıştı. O sırada Leylâ ile Mecnun kitabının deseniyle uğraşıyor olması bir tesadüf olamazdı.

Bilgisayarına aktardığı Leylâ ile Mecnun’un minyatür desenleriyle sabahtan beri ince ince oynuyordu. İki sevdalıya çok geçmeden aynı kadehten aşk şarabı içirmesi gerekiyordu. “İki tende tek can; bir kabukta çifte badem…” diyordu dizeler. Bu seferki desenin her zamankinden daha zor gelmiş olmasının bir nedeni olabilir miydi? Yanıtı bildiğinden üzerinde fazla düşünmeden turuncunun en sarısını, morun en eflatunuyla yan yana getirdi. Mecnun'u bülbül yaptı bu sefer, Leylâ’yı ise gül. Gül gonca önce açılacaktı, bülbülse seyredecek. Diğer sahneyi beklemeyi dayanamadı çünkü gülün adı pek latifti, rengiyse cazip. Bülbülden sızan kanla solgun güle rengini verdi, beyaz gül aşkından mı yoksa utancından mı bilinmez oldu alı-al mor-u mor. Oysa gerçek hikayede önce gül mevsimi geçecek, bülbül lâl olacaktı. Tekrar gül mevsimi geldiğindeyse bülbül ötecek, gül naz edecekti.

Hiç görmemişti Mecnun’u. Ama cismini biliyordu. Mecnun ‘çılgın’ demekti. Mecnun’u Leylâ; ‘Leylâ’nın çılgını’. “Öyle bir delilik ki bin akla bedel. O ne çılgınlık ki bin usluluğa değer. İnce duyuşlar madeninden bir cevherdi bu hal. Bir kitaptı, filozofların içinden çıkamadıkları ilimlerle dolu.”

Leylâ içinse bir ay parçası diyorlardı. “Kara gözünden sürmenin utandığı, kara benine kara amberin tutulduğu, kara saçına kara misk’in esir olduğu, sevdalandığı. Kızıl dudakları gül, inci dişler güle düşmüş çiğ taneleri.” Leylâ’yı kendisi yaptı. Toprak damda dalga dalga köpürttü ikisini. Mecnun mecnun oldu. Ortalık kızardı. Leylâ’nın gözleriyse hala bakire. Kara kara bakmamaları için su doldurdu gözlerine. Sanki Leylâ onu çizmesinden önce yoktu, var etti; varlığından haberdar etti.

Yan masadan gördüm her şeyi. Resmederken sanki kıskandı Leylâ’yı. Öbür sayfada yalnız çizdi Mecnun’u. Çünkü her kavuşma bir ayrılıktı. İki sevdalının arasından dilsiz su geçirdi. Artık aralarında deniz vardı. Leylâ gözlerini Mecnun’a bıraktı kaybetmektense, Mecnun ise kendini çöle attı. Mecnun’un gözlerine Leylâ’nın vuslatını çizdi. Dilindeyse zaten sadece Leylâ’nın adı vardı. Mecnun’un yanına ahular, kuşlar koydu. Gözleri Leylâ’ya benziyor diye, çölde ceylanlarla arkadaş ettirdi. Leylâ’yıysa bir daha tanımadı Mecnun. Yürüdü ve Leylâ’dan ilahî aşka geçti.
Bir bütün idim ben Leylâ ile. Sense Leylâ’yım diyorsun. Sen Leylâ isen, beni yakmaya hayalin yeter, takatim yok sana kavuşmaya. Varlığı olmayan bir zerreye aynadan ne fayda? Kimse seni burada görmeden git. Ben ki varım, sen içimdesin, bunu bil!

Sabaha karşı bitirdi çizmeyi. Sabretmeyi öğrendi. Sabır göz pınarlarını kuruttu. Leylâ ile Mecnun aşkının hayali peşinde koşmaktansa soluk almadan beklemeyi öğrendi. Sevdanın içinde tek kişi vardı; seven. Sevileninse bundan haberi bile olmayabilirdi. En önemlisi aşkın kavuşmaktan, vuslattan kaçtığını öğrendi. Mecnun Leylâ’ya kavuşmuş olsaydı, ne Leylâ ‘Leylâ’ olurdu, ne de Mecnun aşkından mecnun.

Salı, Eylül 19, 2006

YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİRŞEY VAR

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksı n arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol BEHRAMOĞLU

Bir Fincan Kahve İçin Zaman ...

Özetleyerek Derleyen:
Ali Nalçacı – Bütün Dünya
Felsefe profesörü bir gün ders başladığında, hiçbir şey söylemeden masanın üstüne büyükçe bir kavanoz koydu ve içini tenis toplarıyla doldurdu. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sordu.
Öğrenciler hep bir ağızdan, kavanozun dolduğunu söylediler.
Profesör bu kez, önündeki kutuların birinden aldığı çakıl taşlarını kavanoza döktü. Çakıl taşları, tenis toplarının aralarındaki boşluklardan aktı ve kavanozdaki boşlukları doldurdu.
Profesör, kavanozun dolup dolmadığını bir kez daha sordu
Öğrenciler yine hep birlikte, kavanozun dolduğunu söylediler.
Profesör onların bu yanıtını duymamış gibi yaptı, masadaki kutulardan birini aldı, içindeki kumları özenli bir biçimde kavanoza boşalttı.
Bu kez kavanoza akan kum tanecikleri, çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurdu.
Profesör, kavanozun dolu olup olmadığını bir kez daha sordu öğrencilere. Onlar da yine bir koro düzeniyle kavanozun dolduğunu söylediler.
Sıra, masanın altında bekleyen iki fincan kahveye gelmişti. Profesör onları da aldı, kavano za boşalttı.
Kahve de kendine kumlar arasında yer buldu ve kalan boşlukları doldurdu.
Öğrenciler, profesörün bu “gösteri”sini alkışlarla karşıladılar.
Profesör ise, dersini anlatmaya o an başlıyordu.
“Eveet” dedi. “Biliyor musunuz ki, bu küçücük gösteriyle size, yaşamınızı simgelemeye çalıştım.”
Ve soluk almaksızın bir dikkatle kendisini dinleyen öğrencilerine dersini anlattı:
“Bu tenis topları yaşamınızdaki önemli değerlerdir” dedi. “Bunlar aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan benzer değerlerdir. Şayet sahip olduğunuz öteki değerleri yitirseniz de, bu önemli değerler hep kalacaktır ve yaşamınızı doldurmayı her zaman sürdüreceklerdir.
“Çakıl taşları ise daha az önemli olan değerlerinizdir. Bunlar, işinizdir, evinizdir, arabanızdır. Kum ise, olsa da olur, olmasa da olur değerlerinizdir.”
Bu açıklamasından sonra professör, kavanoza hangi “değer”i önce, hangisini daha sonra koyduğunun nedenlerini de açıkladı:
“Şayet kavanoza önce kum doldurursanız, çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz” dedi. “Aynı olay, yaşamınızda da geçerlidir. Zamanınızı ve enerjinizi ufak tefek konular için harcarsanız, önemli değerlerinize ayıracağınız zamanınız kalmayacaktır.
“Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan konulara çevirin. Çocuklarınızla oynayın, sağlığınıza özen gösterin, eşinizle zaman zaman yemeğe çıkın, evinizin gereksinimlerini karşılayın. Öncelikle tenis toplarınızı yerleştirmeye bakın kavanozunuza. Önceliklerinizi sıralamayı iyi bilin. Gerisi zaten hep kumdur.”
Bir öğrenci söz istedi:
“Peki, o iki fincan kahve nedir, hocam?” dedi.
Profesör bu soruyu soran öğrencisine önce teşekkür etti, sonra da sorusunu yanıtladı:
“Yaşamınız ne denli yoğun, ne denli dolu olursa olsun” dedi. “Ne yapın, yapın, dostlarınızla içeceğiniz bir fincan kahve için yine de zaman bulun...”•

Pazartesi, Eylül 18, 2006

TEŞEKKÜR


BENİ YALNIZ BIRAKMAYAN, BANA DESTEK OLAN TÜM DOSTLARA TEŞEKKÜRLER...

SEVGİLİ ÖĞRETMENİM

Sevgili ogretmenim!


Bugün çocuklarımızı teslim ediyoruz size öğretmenim.. . Hayatımızın en değerli varlıklaını siz devralacaksınız.Bir kısmı ağlayıp sızlayacak, bir kısmı kürsünüzde zıplayacak, biri okuldan kaçacak belki, diğeri altına kaçıracak. Tanıdık manzaralar sizin için...Bundan boyle anne babalarından çok sizinle olacaklar; ışığa koşan pervaneler gibi etrafınızda dolanacak, her sözünüze inanmaya hazir bir sevdalılar ordusu halinde gözünüze bakacaklar.

Haddim değil size öneride bulunmak; olsa olsa temenniler siralayabilirim:Keşke onları eğlenceli bir partiyle karşılayabilseniz; okulu ilk günden sevdirebilseniz.Sınıfta yerlerini gösterirken iyi bir sıra arkadaşının, hayatlarında güzel bir kitap kadar ebedi olabileceğini söyleseniz. Körpe beyinlerini lüzumsuz bilgiler, basmakalıp fikirlerle doldurmak yerine, bilgiye nasil ulaşılacağının ipuclarini verseniz.Bilgiyi iyi ezberleyenlerin degil, onu suzup analiz edebilenlerin başardığını ilk dersten ogretseniz. Kor inancin, insanoglunun ezeli du$mani oldugunu, yerkureyi itaatin degil sorgulamanin degi$tirdigini anlatsaniz.Gucu silahta, cazibeyi markada arayan kuşaklara gercek kudretin bilgide, asil cazibenin bilgede oldugunu belletseniz. Guclu olmanin değil, gucluyken iyi kalmanin zorlugundan soz etseniz.

Hoşgörün saçlaının, etek boylarının uzunluğunu, yureklerinin coşkunluğunu. .. Sevgiden zarar gelmez. Asil şiddete care bulun siz...Ceteleşmenin değil, sevmenin her zorlugu yenebilecegini soyleyin. Ilmin de aşk kadar sonsuz oldugundan bahsedin.Egitimin omur boyu surecegini, ogrendikce cehaletlerini fark edeceklerini, kendini bilmenin, insanligi anlamanin onko$ulu oldugunu belletin."Her turlu servetin kokeninde alin teri olmasi gerekir. Insani bencillik degil, bonkorluk zenginleştirir" deyin onlara... Bir eser vermenin olumsuzluge eş oldugunu, cehaletin insani karanliga gomdugunu ezberletin.Suruye uyanlarin hicbir iz birakmadan kayboldugunu, tarih yazanlarin farklilar oldugunu soyleyin. Farkliliklarini kabullenin. Icindeki yetenegi di$ari vurmasi icin cesaretlendirin onlari...Kanatlarini kirmayin, kanatlandirin.Filmlerden farkli olarak hayatta bazen kotulerin de kazanabilecegini, ama bunun ilelebet suremeyecegini, iyiligin eninde sonunda galip gelecegini anlatin, umutlandirin. Haksizlik kar$isinda boyun egmeyip, tevazu kar$isinda egilmelerini tavsiye edin.Kalemin kilictan keskin, sabrin ofkeden baskin oldugunu gosterin. Bagi$lamanin kin tutmaktan, paylaşmanin kiskancliktan ustun oldugunu belletin. Hic tanimadiklarinin acisini cekmenin, insani buyuttugunu öğretin.

Arada kirlara cikarin onlari; doganin kokusunu alsinlar; otlarin cinsini tanisinlar.Uslu arkadaşlarını örnek verip ezmeyin uluorta... Yüreklendirin. Korkularini yenmelerine, cesareti ogrenmelerine yardimci olun. Karamsarligin kuyularinda bogulmasinlar. Dayanışmayı özendirin, yarışma yerine... Dostunu ihbar edeni degil, ele vermeyeni odullendirin. Otekini sevmeyi, hatalari hoşgörmeyi, vefayi, esnekligi öğretin. Ütopyalarını kaybettiler firtinada; onlara ideallerini geri verin. Zamanin hakemligine guvenmeyi ve sabri telkin edin.İlkin kiymetiniz bilinmeyecek, sozleriniz bşlukta yitecektir belki...

Başkalarını aydinlatma ugraşında kendini tüketen mumlarsiniz siz..Ama biliriz ki, eriyen her mum, ışıttıklarında yaşar.Sizler de o milyonlarca yürekte, ebediyen yaşayacaksınız, sevgili öğretmenim.. .

CAN DÜNDAR

Salı, Eylül 12, 2006

ÇARPIŞMA

Tarih: 11 EYLÜL 2001
Yer : A.B.D
Olay : Yeni Dünya Düzeninin Tesisi.


Bundan 5 yıl önce dünyanın sembolü Dünya Ticaret Merkezi uçak çarpması sonucu yerle bir oldu. Ama olayın tarifi aslında bu kadar kolay değildi. Uçakların uçuş kodlarından , teröristlerin yaşantısından anlam çıkarılmaya çalışıldı. Teori üstüne teori üretildi. Ve teröristlere alkış tutuldu Amerikan güvenlik duvarını deldikleri için. Acaba bu duvarı Amerika'nın isteği olmaksızın delebilmiş miydiler. Amerika gibi Oligarşik bir yapıdaki devlette bir cemiyetin bir lobinin parmağının olmadığı bir işini olması akla uyar bir şey midir tartışılır. Saldıradan maddi kazancı olan ( sigorta vb. nedenli) Amerikalılar olduğu dahi söylenmiştir.
Amerika kısa vadede saldırılardan kar etti mi bilinmez ama bir gerçek var ki yeni yüzyılın başlangıç işareti olmuştur bu saldırılar. Bir nevi bu saldırılar Birinci Dünya savaşı'na Avusturya-Macaristan veliahtının öldürülmesi gibi bir neden teşkil etmiştir Amerika'nın yeni endüstrisi için. Yeni Endüstrinin adı bellidir: terörden arındırılmış topraklarda demokrasi tesis etmek. Ve tabii bu demokrasinin tanımı Amerikan SAVAŞ Bakanlığınca yapılmaktadır. B u Demokrasinin tanımını da en iyi rakamlar söylüyor galiba:
11 EYLÜL 2001 de kulelerin yıkılması ile ölen veya kaybolan insan sayısı 3 bine yakındır, Irak'ta ve Afganistan'da demokrasi tesisinde ölen insan sayısı ise 100 bin civarındadır.
11 Eylül 2001 de uçaklar kulelere değil dünya siyasetine çapmıştır. Bundan sonra siyasi konjentkörde kutup kavramı değil demokrasi kavramı olacaktır. Kavga demokrasinin üretimi ve pazarlanması üzerine olacaktır. Umarım bu yüzyıla kaynaklık edecek demokrasi az kanlı yağar yeryüzü insanlarının üstüne.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

Cuma, Eylül 08, 2006

SELAM


Yola çıkınca her sabah
Bulutlara selam ver.
Taşlara, kuşlara, atlara, otlara
İnsanlara selam ver.
Ne görürsen selam ver.
Sonra çıkarıp cebinden aynanı
Bir selam da kendine ver.
Hatırın kalmasın el gün yanında
Bu dünyada sen de varsın!
Üleştir dostluğunu varlığınla,
Bir kısmı seni de sarsın.

Üstün Dökmen

Perşembe, Eylül 07, 2006

BERAAT

"Allah Teâlâ Şaban'ın onbeşinci geresi (Berâet gecesi) tecelli eder ve ana-babaya asi olanlarla Allah'a ortak koşanlar dışında bütün kullarını bağışlar. " (İbn Mace, İkametü's-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38).

Kur'an-ı Kerim Levhilmahfuza bu gece inmiştir. Peygamberimiz Hz Muhammed (SAV) Berat gecesinin ulviyetini şöyle anlatıyor: "Şaban ayının onuçüncü gecesi idi. Cebrail Aleyhisselam bana gelerek 'Ya muhammed' dedi 'Kalk teheccüd vaktidir, ümmetin hakkında muradının hasıl olması için allah'â dua etmenin zamanı geldi." Peygamber efendimiz kalktı ve o geceyi ibadetle geçirdi. Tanyeri ağarırken Cebrail Aleyhisselam geldi ve dedi ki: "Ya Muhammed! Hazreti Allah ümmetinin üçte birini sana bağışlmıştı" Efendimiz ağladı ve: "Ya Cebrail! Kalan üçte ikisinin durumu ne oldu" diye sordu. O da: "Bilmiyorum" diye cevap verdi. Şabanın ondördüncü gecesi Cebrail yine geldi ve aynı şeyi söyledi: "Ya Muhammed kalk ve teheccüd namazı ile meşgul ol" Peygamber Efendimiz de sabaha kadar ibadetle meşgul oldu. Fecir vaktinde Cebrail Aleyhisselam yine geldi: "Hazreti Allah ümmetinin üçte ikisini sana bağışlamıştır" buyurdu. Fahr-i Kainat(SAV) yine ağlayarak, "Kalan üçte birinin durumu ne oldu" diye sordu. Cebrail yine bilmediğini söyledi. Nihayet Şaban ayının onbeşinci Berat gecesi Cebrail Aleyhisselam gelerek: "Müjdeler olsun Ya Muhammed! şirk koşanların dışında Allah (CC) bütün ümmetini sana bağışlamıştır. Başını göğe kaldır bak" buyurdu. Resül-i Ekrem (SAV) Efendimiz başını kaldırınca gördü ki, semavatın bütün kapıları açılmıştır. Dünya semasından arşa kadar sıralanan bütün melekler secdeye kapanmışlar, ümmeti Muhammed'in (SAV) günahlarının affedilmesi için dua ediyorlar. Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor: Şaban'ı şerif ayının yarısı gecesi olunca, onu ibadetle geçirin, gününde de oruç tutun. Zira Hakk Celle ve Alâ Hazretleri o gece güneşin batmasından itibaren dünya semasına rahmetiyle tecelli edi, buyurdu ki: "Yok mu benden mağfiret dileyen, onu affedeyim! Yok mu rızık isteyen, onu rızıklandırayım! Bir musibete uğrayan yok mu, onu kederden kurtarayım! Yok mu şunu isteyen, yok mu bunu isteyen!" Bu ilahi sesleniş sabaha kdar devam eder." (TİRMİZİ) Peygamberimizin Berat Gecesi duası Hz. Muhmmed(SAV) bu gece şöyle dua etmiştir: "Allah'ım azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten acizim. Sen kendini sanâ ettiğin gibi yücesin"

Yeryüzü varlıklarının habire birbiri ile boğuştuğu, insanların kendilerine yeni düşmanlık arenaları oluşturmakla meşgul oldukları bugünde yaratıcı tarafından bir mağfiret kapısı açılıyor. ALLAH'ın affetmiyeceği şirk ve kul hakkıdır. Kalbimizi kabuğundan çıkartıp bir bakalım etrafımıza; kalbini kırdığımız nice insan var, nice insanın üzüntüsünde pay sahibiyiz. Etrafımızda kitlesel ve kişisel savaşlarla yıkıntılar meydana getirdiğimiz dünya üzerinde tebessümler oluşturalım bugün, hisse senetlerimiz insanların üzüntüsü için değil mutluluğu için olsun. Bugün bağışlanma dileyelim geçmişe baktığımızda pişmanlık duyduğumuz eylemlerimiz için, dua edelim kan yerine mutluluk tebessümlerinin hakim olması için, herkesin birbirine haset ile değil mutluluk gülümsemesi ile bakması için.

Hepimizin kandili kutlu olsun inşallah bu gecenin adı üzere hepimiz bağışlanır ve yeryüzünde tebessümler hakim olur........

Çarşamba, Eylül 06, 2006

keşif macerası

Tarih: 05.09.2006
Saat : 10:45-17:45
Yer : Tokat - Reşadiye Fındıcak Köyü
Dava : Suya vaki el atmanın men'i

Keşif için bulunduğum Reşadiye' de belki de meslek hayatımın en zorlu keşfini yaşadım. Yaıplan keşfin sadece ilk 45-50 dakikası araç ileydi . Keşfin önemli bölümü dik yamaçlara tırmanma ve buralarda çıkan kaynak sularının akışını ve debisini tesbit şeklindeydi. Hem hakim hem ben hem karşı taraf avukatı defalarca düşme tehlikesi geçirdi. Hakim, karşı taraf avukatı, ben, katip, hizmetli, jeoloji mühendisi, fen bilirkişisi, ziraat mühendisi ve taraf köy muhtarlarından oluşan heyetimizde bir süre de kaybolma tehlikesi geçirdik. Ama neyse ki 5 Eylül akşamına keşfi tamamlamanın huzuru ve yorgunluğu ile eriştik. Umarım bu dava için yeni bir keşfe gerek kalmaz.....

Pazartesi, Eylül 04, 2006

Edgar Allan Poe


ANNABELL LEE

Senelerce senelerce evveldi
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabell Lee
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni

O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabell Lee
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırlardı bizi

Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O deniz ülkesinde
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabell Lee
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni

Mezarı ordadır şimdi
O deniz ülkesinde
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi -
Evet - Bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutunun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabell Lee

Sevdadan yana, kim olursa olsun
Yaşça başça ileri
Geçemezdi ki bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne deniz dibi cinleri
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabell Lee

Ay gelip ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabell Lee
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabell Lee
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni

Çeviri: Melih Cevdet Anday

Cumartesi, Eylül 02, 2006

Cuma, Eylül 01, 2006

yağmura hasretlik

Yağmurun hasretliği başkadır..... Toprak aylarca bekler yağmuru sabırsızca; çatlar dudakları yağmurun hasretiyle. Toprak yağmura kanmalıdır ki versin meyvesini versin ekinini. Yağmur aylarca beklettiği toprağı öperken küçük bir çocuk cama yapışmış düşen yağmur damlalarına kaptırır düşüncelerini sonra çakan şimşekle irkilir TOPRAK İLE YAĞMURUN KAVUŞMASINDAN. . Çocuk ta bekler geçen zamanla birlikte yağmuru: zaman olur gözyaşları ile yağmura eşlik etmek ister toprak arar gözleri ve o an çakan şimşekle irkilir.....