Salı, Aralık 25, 2007

"BENİ KASABIN ELİNDEN KURTAR"

Mevlânâ hazretlerinin sağlığında kasabın biri, bir öküzü kesmek için satın aldı. Öküzün ayaklarını bağlayıp yatırmak istediğinde, öküz, ipleri koparıp kaçtı. Kasap arkasından yakalamak için koştuysa da yetişemedi. Öküz, Mevlânâ'nın babasının mezarı yakınlarına geldi. O esnâda mezarın başında Mevlânâ Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Hâl lisânıyla ona; "Beni bu kasabın elinden kurtar." dedi. Mevlânâ, öküzün üzerine elini koyup okşadı; "Üzülme, cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir." buyurdu. Bu sırada kasap, elinde urgan ve bıçak olduğu hâlde soluk soluğa çıkageldi. Mevlânâ gelen kasaba, öküzün âzâd edilmesini, hürriyetine kavuşturulmasını istedi. Kasap da Mevlânâ hazretlerinin hatırı için öküzü âzâd etti. Kasap gidince Mevlânâ, mübârek elini öküzün üzerine koyup duâ etti ve o günden sonra bir daha o öküzü gören olmadı. Bunun üzerine Mevlânâ; "Bu öküz, kesilip pişirilecek zamâna gelmiş iken, bizim tarafımıza gelmek sûretiyle, kesilip parçalanmaktan kurtuldu. İşte bunun gibi bir insan da, Allahü teâlânın evliyâsına cân u gönülden teslim olup emirlerine uygun yaşar, ona talebe olursa, kıyâmet gününde Cehennem'e götüren meleklerin elinden kurtulur." buyurdu.


*alıntıdır

Salı, Aralık 18, 2007

Meyve Ağacı



Bugün sizlerle elektronik posta kutuma gelen güzel bir maili paylaşmak istiyorum. Çoğumuz sevdiklerimizle çevremizle iletişimde pire için yorgan yakar fakat daha sonra da pişmanlığımızı üzüntümüzü gizleriz. Güzel bir davranış hiçbir zaman gizlenmemeli. İletişim mutlaka bir çaba ve özveri getirir ve bunun devamında vaz geçilmez olur. Sağlam bir iletişim matematikte gördüğümüz kümelerde kesişim bölgesinin keskinleşmesi ve ayrışık bölgenin matlaşması ile olur.

.....................................



YENİ EVLİ BİR ÇİFT VARDI. EVLİLİKLERİNİN DAHA İLK AYLARINDA, BU İŞİN HİÇ DE HAYAL ETTİKLERİ GİBİ OLMADIĞINI ANLAYIVERMİŞLERDİ . ASLINDA BİRBİRLERİNİ SEVMİYOR DEĞİLLERDİ. AMA SİMDİLERDE, KÜÇÜK BİR SÖZ, UFAK BİR HADİSE ARALARINDA ORTA ÇAPLI BİR KAVGANIN ÇIKMASINA YETİYORDU. BİR AKŞAM OTURUP, İLİŞKİLERİNİ GÖZDEN GEÇİRMEYE KARAR VERDİLER. HER İKİSİ DE, BOŞANMAYI İSTEMEMEKLE BERABER, İŞLERİN BÖYLLE GİTMEYECEĞİNİN FARKINDAYDILAR.


ERKEK, "AKLIMA BİR FİKİR GELDİ" DEDİ. "BAHÇEYE BİR AĞAÇ DİKELİM VE EĞER BU AĞAÇ ÜÇ AY İÇİNDE KURURSA BOŞANALIM.KURUMAZ DA BÜYÜRSE BUNU BİR DAHA AKLIMIZDAN GEÇİRMEYELİM. BU SÜRE İÇİNDE DE AYRI AYRI ODALARDA KALALIM." BU İLGİNÇ FİKİR HANIMININ DA HOŞUNA GİTTİ. ERTESİ GÜN GİDİP BİR MEYVE FİDANI ALDILAR VE BİRLİKTE BAHÇEYE DİKTİLER. ARADAN BİR AY GEÇTİ. BİR GECE BAHÇEDE KARŞILAŞTILAR. HER İKİSİNİN DE ELİNDE İÇİ SU DOLU BİRER BİDON VARDI.. .

Pazartesi, Aralık 17, 2007

Kurbağanın Hikayesi


Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa, arkadaşlarını seyretmek için toplanmış. Yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğini inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyuluyormuş: " Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar! " Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece biri inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış. " Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar! " Sonunda bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayretle mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş: "İmkansızı nasıl başardın?" O anda farkına varmışlar ki, kuleye çıkan kurbağa sağırmış!


Olumsuz düşünen insanları duymayın! Onlar kalbinizdeki tüm ümitleri çalarlar!


Cumartesi, Aralık 15, 2007

ÖLÜM

Kur'ân-ı Kerîm'de "Her canlı (nefis) ölümü tada-caktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz," (Ankebût, 29/57) âyetiyle ölümün her canlı varlık için mukar-rer olduğu belirtilir. "Biz Allah'a aidiz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) âyeti de ölümü bir yok oluş değil; insanın aslına rücûu, Allah'a kavuşması, gerçek hayatı ve ebedîliği kazanması olarak niteler. Hz. Peygamber'İn: "Müminler kafiyen ölmezler Ancak fânî bir âlemden, bakî bir âleme intikâl eder-ler." hadisi de aynı muhtevadır. Bu yüzden Mevlânâ, ölüme kara gözlüklerle bakmaz. Mesnevmin ilk beyitierindeki "ney" metaforu gibi, insan dünyada iken gurbettedir. Ölüm, onu asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturur.

Tasavvuf düşüncesinde ölüm iki türlüdür: İradî ölüm ve zarurî ölüm. Zarurî ölüm; insanın tabu ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır, iradî veya
ihtiyarî ölüm ise; "Ölmeden önce ölünüz" prensibiy-le "Fenâfillâh" a erişmek, riyazet yoluyla nefsi (ben-liği) öldürüp, Hakk'ın varlığında yok olmaktır. Mevlânâ iradî ölümü Fihi Mâfîh'te şöyle izah eder:
"O'nun yanında iki ben sığmaz. Sen: 'Ben!' di-yorsun; o da 'Ben!' diyor. Ya sen öl, ya O ölsün ki, ikilik kalmasın. Fakat O'nun ölmesi imkânsızdır. Bu ne hariçte, ne de zihinde mümkün olur. 'Çünkü O, ölmeyen bir diridir!' (Furkân, 25/58)
O; o kadar lutufkârdır ki, imkân olmuş olsaydı senin için ölürdü. Fakat mademki O'nun ölmesi imkânsızdır, o halde bu ikiliğin yok olması ve O'nun sana tecelli etmesi için, sen öl.


İki canlı kuşu birbirine bağlarsan; aynı cinsten ol-dukları için iki tane olan kanatlan, dört olduğu halde uçamazlar. Çünkü ikilik mevcuttur. Halbuki buna ölü bir kuşu bağlarsan uçar. Zira ikilik kalmamıştır. Güneşte o lütuf vardır ki, yarasanın önünde ölür; fakat bunu imkân olmadığından: 'Ey baykuş! Benim lutfum herkese ermiştir, sana da ihsanda bulunmak isterim. Sen Öl. Çünkü buna imkan vardır. Böyle ya-parsan benim yüceliğimin nurundan nasibini alırsın. Baykuşluktan çıkıp, yakınlık Kâfinin Anka'sı olur-sun' diyor." (Fîhî Mâfih, 38-39)
"Nefsini öldürüp, Hak ile bakî olmuştur. Bu se-bepten Hak sırlarına âşinâdır.
Riyazette tenin ölümü hayattır. Ten yok olursa, ruh ebedîleşir." (Mesnevî, 111/3386-87)
Mevlânâ; tabiî ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü olmayan ebedî bir hayata ulaşma olarak ni-teler. İnsan genel anlamda iki unsurdan mürekkep-tir: Ruh ve beden. Ruh mücerrettir. Zamana ve mekâna bağlı değildir. Bu itibarla ölümsüzdür. Ruh bu sıhhati Cenâb-ı Hak'tan almıştır. Hayy ve Bakî (diri ve ebedî) sıfatlarının sahibi olan Yüce Allah, kendi ruhundan insanlara ruh üfürmüştür (Hicr, 15/29). Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması, Cenâb-ı Hak İle insan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu olarak hiç bir varlık yoktan var olmaz, var ise yok olmaz; ancak bir hâlden diğer hâle geçer. Dolayısiyle ölünce beden kafesinden çıkan ruh, aslına rücû eder.
Mevlânâ bu fikirleri: "Ölüm kavuşmadır; cefa etmek, kin gütmek değil" (Rubailer, 38); "Ölürsem ben, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim; dost aldı, götürdü beni." (Rubailer, 100) sözleriyle dile getirirken, kendisinin bu âlemden ayrıldığı geceye de "şeb-i arûs" (düğün gecesi) denilmiştir.
Mevlânâ'nın şu gazeli onun ölümle ilgili düşüncelerinin en veciz ifadesidir:
"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit bir şüpheye düşme.
Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte o zaman yazık yazık demenin sırasıdır.
Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca; sakın elveda, elveda deme. Zira mezar cennetler topluluğunun perde-sidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batmak görünür; ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür; ama o, canın kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da, dolu dolu çıkmadı? Can Yûsuf u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zira senin hay u huyun, mekânsızlık âleminin fezasında-dır."'8>
Mezarı canın kurtuluş yeri, ölmeyi batan güneşin yeniden doğmaya hazırlığı olarak niteleyen Mevlânâ; Ölüm ile uyku arasında da bir benzerlik kurar. "Uyku ölümün kardeşidir." sözüne ait fikirleri-ni şöyle dile getirir:
"Ey kardeş, çünkü 'Uyku, ölümün kardeşidir.'. O kardeş, bu kardeşten belli olur." (Mesnevi, İV/3084)
Sabahleyin uykudan uyanmak da, mahşerde di-rilmenin bir örneğidir:
"Sûrun üfürülmesi Hakk'ın bir emridir. Onunla bütün halkın bedenleri yerden kalkar.
Sabah uyanınca aklımız nasıl bedenimize geliyor-sa, herkesin canı da öyle bedenine girer.
Her ruh, kendi bedenine girer. Kuyumcunun ruhu, terzinin vücuduna girmez.
Alimin canı, o âlimin bedenine; zâlimin ruhu, o zâlimin tenine girer.
Ayak bile karanlıkta kendi ayakkabısını keşfeder-ken, can niçin tenini bilmesin?
Sabah vakti küçük haşırdır. Büyük hasrı ondan kıyas et.
Uyku ve uyanıklık, akıllılar için Ölümle mahşere iki şahittir.
Küçük haşr, büyük hasrın; küçük ölüm büyük ölümün örneğidir." (Mesnevi, V/l781-96)
Uyku ve uyanmak ile, mademki her gün ölümün bir benzerini yaşıyoruz, o halde bundan ders alıp, ölümü karşılamaya hazırlanmalıyız:
"Ölüm için ihtiyat gerekir. Akıbeti, hasrı gören-ler için de zevk u safa.
Ölümü Yûsuf gibi gören, canını feda eder. Kurt gibi görense, doğru yoldan ayrılır.
Ölüm, herkese kendi rengindedir. Saf ayna iyiyi de kötüyü de gösterir.
Güzel yüz aynada güzeldir, çirkin yüz de çirkin.
Sen ölümden korkup kaçıyorsun. Bil ki seni asıl kendi çirkinliğin korkutmada.
Gördüğün kendi çirkin yüzün, ölümün yüzü değil. Canın o suretten ürktü.
İyi de, kötü de senden yetişmiştir. Çirkin de, güzel de kendi elinle kazandığındır." (Mesnevi, III/ 3458-65)
Sen müminsen, tatlı isen; Ölümün de mümin olur. Kâfir ve acı isen, ölümün de kâfirdir." (Ariflerin Menkıbeleri, II/12)
Mevlânâ; insanların ölüm gerçeğini görüp, dos-tun huzuruna eli boş çıkmamalarını, ebedî hayat için hazırlık yapmalarını öğütler:
"Hiç bir ölü, Öldüğü için hasret çekmez. Ancak tâatinin azlığına yanar.
Yoksa Ölen kimse; kuyudan ovaya çıkmış, zevk u safa meclisine ulaşmıştır.
Bu daracık matem yurdundan ferahlayıp, geniş bir ovaya göçmüştür.
Orası doğruluk yeridir, orada yalan yoktur. Ayranla sarhoş olan, has şarabı ne bilsin?
Orası öyle bir doğruluk yurdudur ki, Hak onlarla beraberdir. Su ve çamurdan (bedenden) kurtulmuş, nur ile dostturlar.
Bu hayat için bir iki nefesin kaldı. Bari gayret et de, ercesîne öl." (Mesnevi, V/1774-79)
"Hayat îmânla ebedîdir. Yoldaşın îmân olursa ölmezsin." (Mesnevî, III/3399)
Mevlânâ; iradî ölüm, zarurî ölüm, ölüm korkusu ve ölüme hazırlığı şu iki mısrada özetler:
"Aşksız olma ki ölmeyesin. Aşkla öl ki diri kalasın."
(Rubailer, 181}

 *alıntı www.mevlana.ws

Bir Dervişten Nasihatler


Emanete ihanet etmeyin..
Halinizden şikayet etmeyin..
Büyüğünüze emretmeyin..
Boş şeylerde ısrar etmeyin..
Cahillerle sohbet etmeyin..
Nefesinizi boşa tüketmeyin..
İnsanları bekletmeyin. .
Etrafınızı kirletmeyin.
Hayatınızı mahvetmeyin. .
Kimseye minnet etmeyin.
İnsanları yüzüne karşı methetmeyin. .
Kimseye küfretmeyin..
Kötülüğe meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..
Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin..
Şerefinizi kaybetmeyin. .
Vatanınızı terk etmeyin..
İyiliğe niyet edin..
Büyüklere hürmet edin..
Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..
Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı kabul edin..
Yaramaz ise def edin..
Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..
Nefsinizle inat edin..
Sofranıza davet edin..
Zararlıysa men edin..
Seviyorsanız ifade edin..
Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..
Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de istişare edin..
Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..
Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..
Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..
Başarıyı tebrik edin..
Mazereti kabul edin..
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..
Çocuğunuzu terbiye edin..
Herkese tebessüm edin..
Güvenseniz de kontrol edin..
İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..
Bize de dua edin--


*alıntıdır.

Cumartesi, Kasım 24, 2007

PEARL HARBOUR, ANKARA GEMİSİ, ÇORLULU ALİ PAŞA CAMİİSİ ŞADIRVANI...




Pearl Harbour'u bilirsiniz herhalde..
Bilmeyenlere de geçen yıllarda filmi öğretti. Japon uçakları Amerikan donanmasını bir sabah ansızın bastılar ve tam 96 zırhlıyı batırdılar...

Oysa Hawaii'deki bu limanda, 97 donanma gemisi vardı..

Birine dokunmadılar. ..

Niye?...

Çünkü o geminin tepeden bakılınca bembeyaz görünen güvertesinde bir kızıl haç vardı... O hastane gemisi idi... Bombalar ve kamikazelerle dalan Japon uçakları hastane gemisine dokunmadılar. Çünkü o gemi orada, öldürmek değil, yaşatmak için demirliydi.. .

Adi Solace...

Türkçesi Teselli... Üzüntü azaltan...

Solace savaş boyu Amerikalı annelerin üzüntüsünü azalttı. Tam 25 bin genci ölümden kurtardı, Amerika'ya taşıdı... Ülke limanlarına her gelişinde, umutla umutsuzluk karmaşasındaki kafaları
ile anneler iskeleye koştular...

"Benim oğlum da geldi mi?.."

Savaş sonrası hayatlarını Solace sayesinde kurtaran gençler bir dernek kurar ve bir madalya yaparlar... üzerinde Solace'nin kabartması olan bir madalya... Ve bunu gururla takarlar...

Devlet rahatsız olur... İkinci Dünya Savaşı'ndan böyle savaş karşıtı bir sonuç çıkar mı?..
Solace gemisini yok etmeye karar verirler... Gemi sapasağlam... Pırıl pırıl... Jilet olur mu?..

Savaş sonrası yere serilmiş ekonomi her dolara muhtaç... Uzak bir ülkeye satarlar.. Makyajını değiştirip bambaşka bir amaçla kullanması için...

O uzak ülke Türkiye...

Yok yahu!..

O gemi, ünlü "Ankara"!..

Hastane gemisinden transfer gezi gemisi Ankara...

Vay canına!..

Türkiye, bugün Amerikalılar için belki de hac yeri olacak, Gelibolu'nun Anzaklar'ı çektiği gibi bir turizm anıtına dönüşecek Solace'nin kıymetini bilmez..
Şefik Kaptan'la yaptığı Avrupa seferleri dillere destan olan Ankara sonunda ihtiyarlar ve jilet yapılmak üzere hurdacılara teslim edilir...

1980'li yılların başında Ankara, İzmir'de sökülürken, yılların söktüğü bir eski anıt da İstanbul'da dikilmektedir. Haliç Tersanesi'ndeki Çorlulu Ali Paşa Camisi'nin Şadırvanı...

Restorasyon gelir çatıda takılır... Çatı kurşun... Kıtlık yılları..

Kurşun yok...

Etibank dahi geri çevirir...

"Kurşun yok..."

Şadırvan çatısız kalacak...

Dört bir yana duyururlar.. .

"Kimde kurŞun varsa..."

Aliağa'da Ankara'yı söken hurdacılardan haber gelir...

"Gelin bizde var, alın..."

Bre aman...

Gemide kurşun olmaz... Ankara'da niye olsun...

Çaresizler ya... Gider bakarlar...

Gerçekten Ankara'nın sayısız kamaralarından biri, tamamen kurşunla kaplı...

Niye?...

Çünkü burası Solace'nin röntgen odası... Radyasyonun dışarı sızmaması lazım...

Şimdi yolunuz Haliç'e düşerse, Zorlulu Ali Pasa Şadırvanından bir tas su içerseniz, ya da yüzünüze iki avuç su atarsanız serinlemek için, unutmayın...

Çatısına da bakın... Orada, ikinci Dünya Harbi'nde, Pearl Harbour'da Japonlar'ın batırmadığı tek gemiden bugüne kalan son izleri göreceksiniz. ..

Sunay AKIN

Pazartesi, Kasım 12, 2007

800. Doğum Yıldönümğnde Mevlana-1

BAŞKA BİR ŞEY BİLMİYORUM

Mevlânâ'nın talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz'a gitti. O Hicaz'da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp, Mevlânâ'nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti. Herkes hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; "Bu tepsiyi sâhibine göndereyim." diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde, elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattı, ancak, bulamadı. Mevlânâ'yı da bunun için rahatsız etmedi.
Aradan günler geçti, hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe'den dönüp Konya'ya geldiğinde, o tepsi, eşyâlarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden dona kaldı. Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ'nın talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü arattığım hâlde bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince, şaşırma sırası hacıya geldi. O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk. Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum. Başka bir şey bilmiyorum." dedi. Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları daha da arttı.

Pazartesi, Kasım 05, 2007

Sosyal Fobide Olumlu ve Yapıcı Düşüncenin Önemi


Beynimizin çalışması bir bilgisayar gibidir. Bilgisayarın çalışmasını ve çeşitli fonksiyonları yürütmesini sağlayan ona yüklenen yazılımlar ya da programlardır. İşte, insan beyni de böyledir. Ona "kötü olacak" programını yüklediyseniz, beyniniz davranışlarınızı bu programa göre ayarlayacaktır. Yüklediğiniz program "her şey güzel olacak" programı ise beyniniz başarmanız için sizinle işbirliği yapmaya başlayacaktır. Durmaksızın çalışan beyin, yeryüzünün en gelişmiş bilgisayarının bile ulaşamadığı bir kapasiteyle yüz milyonlarca bilgi birimini değerlendirir. Sınırları halen tam olarak çözülemeyen insan beyni ile ilgili yakın zamanda edinilen şöyle bir bilgiden bahsedelim: Nörofizyologlara göre beyin attığımız her adımı yarım saniye önce kararlaştırıyor. Ama unutmayalım ki beyni çözen de insandır. Biz de beynimizin alıp uygulayacağı kararları yönlendirebiliriz. Yani, beynimizi kendi istediğimiz ölçüde çalıştırabilir, düşüncelerimizi ayarlayabilir ve bazı faaliyetleri yönlendirebiliriz. Tüm bunları -bir ölçüde de olsa- yapabilmenin yolu doğru bilgi ve düzenli çalışmadır.


Beyin ve insan faaliyetleri üzerine yapılan pek çok araştırma vardır. Dr. Martin Sealment’ın yaptığı araştırmalar, iyimserliğin ve pozitif düşüncenin okulda, sporda, iş hayatında ve insan ilişkilerindeki başarıda çok etkin rol oynadığını ortaya koymuştur. Bir çok şeyin sırrı “olumlu düşünce”dedir. Olumlu düşünen insanlar genel olarak IQ seviyelerinin üst sınırına kadar ulaşmakta, kötümser olan insanlara göre daha sağlıklı bir yaşam sürmektedirler. Beyin aynı zamanda vücuttaki kimyasal dengeleri sağlayan merkez de olduğu için olumsuz düşünceler vücudumuz için gerekli kimyasalların üretimini sekteye uğratır. Ayrıca, araştırmalar iyimser insanların kötümser insanlara göre daha fazla yaşadığını da göstermektedir.


Yeryüzünde yaşayan her bireyin düşünce içeriği ve yapısı birbirinden farklıdır. Bazen insanların düşünceleri birbirine bir parça yaklaşır, biri diğerini andırır ama çoğunlukla kişiler arasında düşünce boyutunda birtakım çatışmalar olur. Buna karşın olumlu ve yapıcı düşünen insanlar bulundukları çevreye farklı bir tat verirler. Bunu fark eden diğerleri daima o tadı yayan kişilerin etrafında toplanırlar. Pek çoğumuz böyle ilgi toplayan kişilere şahit olmuşuzdur.


Eğer insan kendisinin farkındaysa kişiler arası iletişimde ne derece etkili ve uyumlu olduğunu fark edebiliyorsa bu farkındalığı olumlu yönde kullanabilir. Fakat bazı insanlar olumlu, yapıcı ve yaratıcı düşünceye sahip olsalar bile bu özelliklerini açığa çıkaramayabilir. Bunu kullanabilmek insanın insana açık olmasına, açık düşünebilme yeteneğine sahip olmasına bağlıdır. Kimi insanlar duygu ve düşüncelerini dizelere yansıtır, kimi ise kendi içinde; kendisinden başka kimsenin giremediği yüreğinde saklar. Birçok sosyal fobik kendi dizelerini yüreğine yazarken, ya kısmen çevreden uzaklaşır ya da kendisini tamamen kapatır. Evinden çıkmak istemez, yeniliklere başlamada zorluk yaşar; yani adaptasyon güçlüğü çeker. İlklerde zorlanma daima kişinin bir sonraki adımda yaşayacağı endişeyi arttırır, olumlu tepkiler yerine olumsuz ve sıkıntıyı daha da çoğaltan tepkileri ortaya çıkarır.
*http://www.donusumkonagi.net adresinden alıntıdır.

Pazartesi, Ekim 22, 2007

Türkiye'nin Başı Sağolsun




Yazıma Türkiye'nin başı sağolsun diyerek başlıyorum.

Türkiye haber bültenlerinde ve gazete haberlerinde 90'lı yıllarda sıkça şehit haberlerini duyardı ve ardından yapılan sıcak takipleri de izlerdik. Hatta TRT'de "Anadoludan Görünüm" isimli programda tek tek öldürülen terörist görüntüleri ekrana gelir televizyondan teröristlere teslim olma çağrısı yapılırdı. 90'ların sonları ile beraber bu haberler azaldı ve sonra terör kendi şehir meydanında gösterdi canlı bombalarla vurdu kalbimizi (burda anlatılan ayrılıkçı terördür ama ülkemiz bunun haricinde trafik terörrüne ve kişisel silahlanma terörüne karşı da çok kurban vermiştir. ) Hep geri kalmışlığından yakınılan Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesinde filizlenmeler görüldü yıkıntılar arasında ve bu tüm dünyanın da ilgisini çekti. Belki bu gelişmenin de etkisi ile ayrılıkçı terör örgütüne sivil destek azalmaya başladı. Ve bu noktada geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen saldırılar ile ayrılıkçı terör örgütü yeniden "ben burdayım" dedi. Şu anda zihinlerdeki soru terör örgütünün ordalığından öte yanında kim olduğudur. Bu sorunun cevabı için birçok düşünme egzersizi yapılmakta ve en başta zihinlerde "terörü terör olarak tanımlamayanlar kimler ?" son zamanlarda meydana gelen saldırıların zamanlaması sadece bir tesadüf mü?" soruları dolaşmakta. Terör örgütü ne zaman susuz kalır tam olarak bilmiyoruz ama şehit kanları ile dalgalanan bayrak hep göklerde olacak. Türk milleti dışarıdan gelecek her hamlede karşı oyuncunun bir sonraki, iki sonraki hamlesini düşünerek sağduyulu hareket etmelidir.



Cumartesi, Ekim 20, 2007

Dua Etmek

KÜÇÜK BİR ÇOCUK,
Deniz kenarına oturmuş, gözlerinide ilerdeki bir noktaya dikmişti.
Belki de bir saattir öylece duruyordu.Onun bu hâli, alışveriş için balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini çekti. Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip:
- Merhaba delikanlı!. dedi. Bu gün deniz çok harika değil mi?Küçük çocuk, başını çevirmeden;
- Ama rüzgârlı, dedi. Topum denize düşünce sürükleyip götürdü.Adam, çocuğun yanına oturup:- Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!. dedi.Ama şimdi adım bile atamıyorum.Küçük çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı. Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla:
- Ümidini hiçbir zaman kaybetme!. dedi. Bence dua etsen çok iyi olur. Çocuk, büyük bir sevinçle:
- Dua etsem topum geri gelir mi? diye sordu. Denize düştüğü yeri bilir mi?
- Allah isterse eğer, ona öğretir!. dedi ihtiyar. Topun geri gelmese de, duaların sevabı sana yeter.
Küçük çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda sıraladı. Daha sonra da, topun dönmesi için Allah'tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı. O topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bile ona katmıştı.
Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgârın âniden yön değiştirmesiydi. Ama deniz çok büyüktü, topu ise küçücük. Akşam üstü hava biraz daha sertleşti. Ve güneş batmak üzereyken sandallar döndü.
Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden de ihtiyarla birlikte oyalandı.
Yaşlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı.Sonunda onu bulup:
- Avınız inşallah iyi geçmiştir!. dedi Eğer varsa, birkaç kilo alabilirim.
Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip:
- Zaten ancak o kadarcık tutmuştum, dedi. Denizde "av" diye bir şey kalmadı.
- Dua etmeyi denediniz mi? diye atıldı çocuk. Ümidinizi sakın kaybetmeyin! .
Balıkçı için her şey tesadüftü. Bunun için de "rasgele" derlerdi.Ama şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi. Çocuğun yanaklarını okşarken:
- Dua ha!. diye mırıldandı. O zaman tutar mıyım?
- Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter, dedi çocuk.Bunu yeni öğrendim. Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa duyuyordu.
Başını ağır ağır sallayarak:
- Ben de yeni öğrendim!. diye gülümsedi. Üstelik de küçük bir öğretmenden.Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı.Artık topun gitmesine üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken, balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski örtüyü açtı.
Bir top vardı orada.Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu. Balıkçı, onu çocuğa uzatıp:
- Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!. dedi. Bunu biraz önce denizde buldum!.
Küçük çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya. Aceleyle sağa sola bakındı. Ama her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da... Topu ise, işte ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp:
- Bir daha benden izinsiz gezmek yok!. dedi. Ya dua etmeseydim ne olurdun o zaman?SİZLERDE DUA ETMEYİ DENEDİNİZMİ SIKINTILI ANLARINIZDA? ...BELKİ DUALARINIZ HEMEN GERÇEKLEŞMEYEBİ LİR AMA O DUALARIN SEVABI YETER SİZLERE...

*alıntıdır.

Perşembe, Ekim 11, 2007

İyi Şeyler Düşünün

İyi şeyler düşünelim iyi şeyler olsun. Gün içerisinde ve hayatımız içerisinde farklı zaman ve mekanda o kadar çok olayla karşılaşırızki belki bu olayların fotoğrafını çektiğimizde binbir türlü yorum ortaya çıkacaktır. Kimi yorumcular fotoğraf karesindeki kıyafetin rüküşlüğünü bahsedecek, kimi yorumcu fotoğraf karesinde yaşadığı sıkıntıları her halinden belli olan kişinin yüzündeki gülümsemenin gerçek mutluluk olduğunu söyleyecek, kimi yorumcu da bu gülümsemenin son derece yapay olduğunu belirtecek böyle birisi asla gülemez diyecek ve daha nice farklı yorumlar çıkacak.

Gün içerisinde yürüyüşümüzde, oturuşumuzda, konuşmamızda milyonlarca tane fotoğraf karesi ve biz kendi karelerimzi bile bazen çok farklı düşünüyor yorumluyoruz. Bazen öyle olumsuz bakarız ki o kareyi nice güzelliği görmeyiz o karede ve sonra olumsuzluklar bir sonraki kareyi dolduruverir. Ben bu durumda "iyi şeyler düşünün , umut edin, iyi şeyler isteyin " diyorum. Bazen kardan şikayet edersiniz "kar olmasa idi şimdi bahçede türlü meyve sebze olurdu " dersiniz işte o zaman karların içinden bir kardelen gülümseyiverir. Bir eşyanızı kaybettiğinizde "hiç bulamıyorum Allah kahretsin " türü sözler söylediğinizde kendinize zarar verirsiniz mesela ben geçtiğimiz hafta anhtarımı kaybetmiştim saatlerce aradım ama bulamadım sonra rahat bir nefes aldım bu şekilde sinirli ve evhamlı olarak aramamın kafamı daha da meşgul edeceğini başımı ağrıtacağını düşündüm ve sakin düşününce mutlaka evde veya iş yerinde olmalı yarın sakince yeniden bakarım çıkmazsa daha sonra bir şekilde çıkar dedim,ertesi gün baktığımda yine yoktu, o zaman kendi kendime "eh ne yapalım bir kaç gün saklambaç oynayacakmış " şeklinde espiri yaptım. Saklambaç oynayan anahtar dün temizlik sırasında evde çıkıverdi .

Yukarıda "iyi şeyler düşünün iyi şeyler olsun" felsefemi bir kayıp eşya ile örneklemye çalıştım. Ama sonuçta bu tüm olaylar hakkındaki düşünceler için gerekli . Bu bir polyanacılık değil var olanı toz pembe görmek değil yani benim anlatmak istediğim yaşadığınız olayın yol açabileceği türlü olaylar arasında iyi olaylar olduğunu da görmek ve bunun için dua etmek. Tamamen karamsarlıktan kurtulmak çok zor (ben de bazen karamsar oluyorum malesef) ama bunu en aza indirmeliyiz. İyi şeyler düşündüğümüzde inanıyorumki kalbimiz de bunu destekleyecek ve inşallah ki iyi şeyler olacaktır.

Hep güzelliklerle yaşayın.

Pazartesi, Ekim 08, 2007

Duanın yolculukları

Bazen dua ederken şöyle hissediyorum: Gerçekleşmesini yürekten istediğimiz ve duasını ettiğimiz şeylerin, olma ihtimali kendiliğinden artıyor. Ve duasını ettiğim, hayalini kurduğum şey, beni gerçekliğe çok daha dolaysız bir biçimde yaklaştırıyor.

Dua ederken hissettiğim başka şeyler de var. Bazen bazı dileklerimi dudaklarımı kıpırdatarak tekrarlama gereği duymadığımı fark ediyorum. Çünkü yüreğimde daimi bir arzu yumağı dolanıyor gibi. Kesintisiz bir biçimde, sanki kalbime yazılmışçasına tekrarlıyorum onları, dudaklarımı oynatmadığım zaman bile. Yoğun kıpırtılar içinde, alev alev arzular halinde oluyorum.

İnsan bir şeyin olmasını istediğinde, ‘Ya Rabbim, lütfen bunu gerçekleştir’ diyor. Yani emir kipi kullanıyor. İbn Arabi’ye göre bir şey dilediğin zaman emir veren sen, emre itaat etmesi beklenen O olur. Rabbi ile kul arasında bir tersinden yol açılıyor belki de. Oysa bizim dilememiz Allah’ın (cc) dilemesinden asla bağımsız değildir. Bazen bizim kendimiz için istediğimiz ile O’nun bizim için takdir ettiği şey çakışıyor. Hayır olanı istemek böyle bir şey olsa gerek.

Kaderde ne yazıldığını, bir an sonra ne olacağını hiçbir zaman bilemiyoruz. Ama kaderimizi kendi irademizle seçmenin ne demek olduğunu, dualarımız kabul olduğu vakit anlıyoruz işte.

Sebepler ilminin ötesinde

Dua etmek, isterse tüm dilediklerimiz bu dünyayla sınırlı olsun, insanı sürekli olarak ‘öte dünya’ algısında tutuyor. Gönlümüzün derinliklerinden istediğimiz, yalvarıp yakardığımız bir şey, öncelikle bizim kalbimizde, dudaklarımızın arasında ve Rabbimizin huzurunda bir ses, bir söz ve bir anlam haline bürünmüş, bir bakıma farklı bir formatta gerçekleşmiş oluyor. Görünmeyen bir boyutun sırları açılmaya başlıyor bizler için. Bu dünyayla hemcins olmadığımızı sezmeye başlıyoruz. Ve en önemlisi: Neden sonuç ilişkilerinin ötesine geçebiliyoruz. Terk etmeye başlıyoruz sebepler ilmini.

Tedbircilik ihtiyacımızın saçmalığını ve nedenleri sonuca bağlayan mercii konumuna geldiğimizi sanmanın anlamsızlığını görüyoruz. Allah’ın (cc) bizim için uygun bulduklarından ve bizi görmek istediği halden öncelikle bizim razı olmamız gerekiyor. Bizim ‘kendimiz’ olmamızın anlamı şudur sanki: O’nun bizi görmek istediği gibi olmak. Evet ancak öyle olmaya başladıkça, bunun bizim için bir ‘doğru yol’ olduğunu hissetmeye başlarız.

O’ndan razı olmakla, en acil beklentilerimizi, en zapt edemediğimiz hırslarımızı, en ölümcül dileklerimizi putlaştırmaktan ve kendi nefsimizin tuzaklarına düşmekten kurtuluyoruz. Allah’ın rızasını isteyerek sevmeyi, üretmeyi, çalışmayı istemişsek, O’nun rızası için almayı, vermeyi, öfkelenmeyi, sevinmeyi dilemişsek, evet bu niyetimizde sahiciysek, O’ndan razı olmaya başlıyoruz zaten. O’nun da bizden razı olduğunu sezmeye başlamamız sanırım eşzamanlı bir hakikat.

Tabii şu da oluyor: O’nun rızasını istemek, en elzem arzularımızla, en olmazsa olmaz dileklerimizle bile aramıza bir mesafe koyuyor. O’nun rızasını aramak, bizi kendi nefsimizin rızasına götürecek her türlü arzudan uzaklaştırıyor kaçınılmaz olarak. Ne kadar takıntılı bazı isteklerimiz olduğunu ve bizi bu isteklerin hiç de güzelleştirmediğini fark etmeye başlıyoruz. Bu dünyaya ait hiçbir arzumuzun ‘son radde’de olmayabileceğini düşünüyor ve yaşadığımız hayatın hemen her anından razı gelmeye başlıyoruz. Ve: O’nun bizim için istediği şeylerin, yani olacak olanların ‘hayır’ olduğuna teslim oluyoruz giderek.

Nihayetinde insanın bu dünyayla sınırlı olmayan nitelikleri var. Hayır ve şerrin ne olduğunu burada öğrenmeyebiliriz, adaletin ilahi boyutu da burada gerçekleşmeyecek bizler için. Bu durumda O’nun rızasını, bu dünya için istediğimiz her şeyde aramak mümkün. Kısacası burada, buraya sığmayan bir şuurla, buraya sığmayan bir yürekle varolduğumuzu hatırlayabiliriz.

Cennet beklentisi. Evet, dualarımızın gerisinde, bizi bu dünyada taht kurmaktan kurtaran, kâinata fırlatan, giderek öte dünya algısına, gayb sırlarına doğru yollara düşüren arzularımız vardır. Geldiğimiz yeri özlemek, ait olduğumuz yere dönmeyi ezeli tabiatımızla beklemek gibi. Bu yüzden umutsuzluk yasaklanmıştır bize. Umutsuzluk, O’nun yerine kaderin ne olacağına hükmetmek demektir çünkü. Oysa bu bize düşmez. O’nun rahmetinin her şeyi kapsadığını bilmekle yükümlüyüz biz.

Cemalini istemek

Allah’ın (cc) merhametini, bağışlayıcılığını istemek, dua etmek, bizi O’na yaklaştırır aynı zamanda. Umut ile korku arasında sallanıp dururken, bir gün huzura kavuşacağımızı, O’nun cemalini bize göstereceğini düşünür ve tüm dualarımızın ardındaki hayrı kucaklamaya hazırlanırız. Bu dünya telaşında isteyeceğimiz şeylerle sınırlı olmadığımızı, devam edeceğimizi hissederiz.
Yavaşlar, durgun sular gibi duruluruz giderek. Güzelleşir, güzel şeyler dileriz. Lanetlerden, beddualardan, bencilce isteklerden, hırslardan koparız. Eşyanın, dünyanın, insan yüzünün veya bir ağaç dalının yalın halini görmeye, sevmeye başlarız. Akıl yürütmelerle, neden sonuç ilişkileri, olasılık hesaplarıyla değil, kalple okumaya başlarız hakikati. Adeta bir nefes üflenmiştir bize. İki konuşma arasında uzayacaktır sonsuzlukları her birimizin. Duanın görünmez yolculukları sürmektedir…

*Leyla İPEKÇİ (Alıntıdır)

Cuma, Ekim 05, 2007

Yılın Fotoğrafları -2-










"Yılın foto ropörtajı" ödülünü Zaman Gazetesi'nden Kürşat Bayhan'ın Lübnan'da çektiği "Ağlayan Şehir Beyrut" adlı seri fotoğrafları aldı. Bayhan bu fotoğraflarla "Yılın basın fotoğrafı ödülünün de sahibi oldu.



" Yılın spor fotoğrafı" ödülünü Erhan Güven'in çektiği "Kanım Yerde Kalmayacak" adlı fotoğrafı aldı .


















"Yılın Siyaset fotoğrafı" ödülünü Takvim Gazetesi'nden Alper Yurtsever'in çektiği Milli Eğitim Bakanı Çelik'in çoraplarını konu alan "Kartvizit Çorap" adlı fotoğrafı aldı.












Perşembe, Ekim 04, 2007

Ödüllü Fotoğraflar -1-



DHA Ankara bürosundan Ümit Kozan'ın "Ak güvercinin Karaoğlan'a Vedası" adlı fotoğrafı JTI özel ödülüne layık görüldü

"Yılın Çevre fotoğrafı" dalında DHA'dan Göksel Yapar'ın "Yetişin Komşular" adlı fotoğrafı ödüle layık görüldü





Spor Fotoğrafı" dalında AA'dan Tolga Adanalı'nın "Kafa Topuna Yanlış Zamanlama" adlı fotoğrafı övgüye değer bulundu




Serbest muhabir Aykut Fırat'ın "Çöpte Uyku" adlı fotoğrafı JTI özel ödülüne layık görüldü


















Mustafa Pekcan Özel Ödülü'nü" Suphi Kaya'nın "Kurtarılan Miras" adlı fotoğrafı kazandı












Pazartesi, Eylül 17, 2007

Korkular ve Arkadaşlar

Hayatımız boyunca hep korkularımız olmuştur. Korkular insanın doğasında hatta onunda ötesinde canlının kimyasında vardır. Ama şu da bir gerçek yaratılışta insana korkuları ile mücadele gücü de verilmiştir. Korkular hayattaki başarılarımız önüne set çekmiş bir düşmandır adeta (bunu pervasızca çılgınlıklar yapmak anlamında söylemiyorum) bazen olur korkularımızı büyütürüz ve 1 kişilik ordu 1000 kişilik ordu görünür bize belki yine korkumuzu yeneriz ama bu sefer yorgun düşeriz bu aşamada önemli olan insanın kendi içindeki güç ve arkadaşlarıdır.

Düşünün bir kere erkek çocuğu için sünnet ne kadar korkulacak bir hadisedir halbuki basit sayılabilecek bir tıbbi olaydır. Ama çocuğa küçük yaşta sünnet öyle bir anlatlır ki çocuk damlara çıkar ama sonra sünnet olduğunda sadece azıcık acıdı diyecektir. Ve belki de bana ballandıra ballandıra anlattıkları bumuymuş diyecektir. Ama o küçük çocuğa korku yerine cesaret veren arkadaşları olduğunda her şey daha olumlu olacaktır. Evet belki bir acı var ama bu hiç te öyle büyük bir acı değil acıyı büyüten diğer insanların abartılı sözcükleri.

Bizim ülkemizde çocuklar nedense okula gitmekten de korkutulur. Okulda öğretilenlerin çok zor olduğu söylenir ve bunu söyleyen de genelde ben çabucacık okumayı öğrendim demesi gereken bir yaş ya da iki yaş büyük arkadaşıdır. Malesefki korkular ergenlikte de devam eder bazen arkadaşları kişinin kendi ile barışık olmaması için inatla didinir. Düşünmeye başlar insan o zaman arkadaşları hakkında soru işaretleri ile.

Korkular devam eder yanınızda yer alan arkdaşlarınız size destek olmak korktuğunuz olayın abarttığınız kadar olmadığını anlatmak yardımcı olmak yerine korkularınız körükle büyütürse belki iki günde öğreneceğiniz bisiklet sürmeyi 2 ayda ancak öğreneceksiniz derslerden soğuk duracaksınız bu böyle devam eder.

Korkuların arasına askerliğin de katılması ihmal edilmez ta ki teskere belgesini alana kadar. Kalpte eşsiz bir yere sahip olan yar ile evlenme kararı verildiğinde de kendinin arkadaş olduğun sanan kişiler yine devreye girer evliliği korku yumağına çevirir. İşte o zaman " çok şükür düzenli bir hayatım var , bana gülümseyen bir eşim her zaman destek olan bir eşim evliliğimde bazen sıkıntılar yaşasam acılar hissetsem de şimdi evliliğime baktığımda sadece huzur ve mutluluk var iyi ki bana korku salmak isteyen arkadaşlarıma karşı kulaklarım tıkamışım şu anda çocuğum ve eşimle çok mutluyum " dediğinde bir arkadaş büyük bir güç kazanır kişi ve fark eder doğru arkadaş kim.

Biz de kendimiz arkadaşı olarak gördüğümüz kişilere karşı korkularında yardımcı olmalı onun korkuya büyüteç ile baktığını aslında onun bu korkuyu yenecek güçte olduğunu; acı veya sıkıntının başarı veya mutluluğun yanınında çok küçücük olduğunu anlatmalı ve bizim arkadaşlarımızın da öyle olmasına özen göstermeli ve gerekirse telkinlerde bulunmalıyız.

Pazar, Eylül 16, 2007

RAMAZAN


Dillerde dolanan eski Ramazanlar....
Neydi bu eski Ramazanlarin bitmeyen hasret dolu hikayesi?
Degilmiydi yasamak bize emredilenleri?
Neydi "simdi"lerden ayiran eskiyi?
Susmakmiydi oruclu agzinin hürmetine,
Sana satasanlara "selam"deyip gecmekmiydi?
Bir tas corbani,evde pisen helvani paylasmakniydi,"eski"den olan güzelligin adi?
Ramazanin varligini acliktan öteye gecirmekmiydi bedenlerde?
Asil acligin ruhlarda oldugunu anlamakti belkide....
Neydi bu eski "Ramazan"larin sirri?
Oruc ayni oruc,adi yine Ramazan,yine iftarlar,yine sahurlar degilmiydi?
Pide kuyruklarinda eksiklermi vardi?
Iftar davetleri küslüklere yenilmismiydi?
Boynu bükük sahurlar,yine yalniz olan gecelerinmiydi?
Günahlarla gecen bir senenin ardindan,kalpler yine mi temizlenemeyecekti?
Bumuydu aceba simdiki ramazanlarin acikli hikayesi?
Kavgalarimizin telasindan bakamiyordukki,orucumuzun yüzüne,ilgilenemiyorduk Ramazan ayinin bize ikrami olan güzellikleriyle!ve O'da sessiz sedasiz cekip gidiyordu hayatimizdan,bir dahaki sefere görebilecekmiyiz bilmeden....
Yüzümüz yoktu eski ramazanlari anmaya...
Cünkü artik biliyorduk eskinin bir adi da "yasamak"ti.
Yasamak Ramazani!
o mübarek ayin hatirina,seni sevmeyeni de sevmekti..kiriksa kalbin,affetmeyi ögrenmekti.ve hatirlamakti kisesiz gönülleri,fatiha bekleyen ölüleri...
Bunlari ömrümüzce degil,tek bir ay da bile yapamaz olmustuk...
Su mübarek ayin hatirina diye baslayan cümleleri özler olduk!
Ve simdi bir Ramazan daha eski oldu,
Yeni Ramazan ise kapimizda.......
Omrümüzde beyaz sayfa acmanin tam zamani simdi!
Gelecege ve de sonsuzluga bir armagan olmali,temizlenen kalplerimiz..
Ve yeniden sahlanmali yüreklerimizle,Ramazan-i serifimiz....

HAYIRLI RAMAZANLAR....

*alıntıdır.

Perşembe, Eylül 13, 2007

Pozitif Düşünce Ve Beyin Gücü

Kardeşim sen düşünceden ibaretsin
Geriye kalan et ve kemiksin
Gül düşünürsün, gülistan olursun
Diken düşünürsün dikenlik olursun


Mevlana

Pozitif düşünce, olumsuzluklara razı olmayan, her koşulda yapılabilecek iyi bir şeyin olduğuna inan, insan hayatını olumlu yönde etkileyen bir düşünce tarzıdır.Bugün artık iş, spor ve sanat dünyasında bile pozitif düşünce ve beyin gücü verim artırıcı bir faktör olarak kabul edilmektedir. Doğu felsefesinin ana kaynağı olan pozitif düşünce günümüzde batı tıbbının da benimsediği sihirli bir kelimedir.Doğada evrende her şey karşılıklı etkileşim halindedir. Zihinle beden arasında da böyle bir etkileşim vardır. Zihindeki olumlu düşünceler bedende bir takım olumlu sonuçlar yaratıyor. Mutlu insanlar da veya izdırabını dindirme imkanı arayan kişilerin beyninde, Endorfin denilen bir çeşit doğal morfin salgılanır. Bu morfin bildiğimiz morfinden en az yüz kez daha güçlüdür. Kişinin izdırabını dindirmesine yardımcı olur. Bu da insana mutluluk verir. İnsanlar ne kadar mutlu ne kadar pozitif olursa ürettikleri Nöropeptip denilen protein zincirleri daha sağlıklı olur ve bağışıklık sistemi daha da güçlenir.

Bugün artık başarının yolu pozitif düşünmekten geçiyor. Bu iki kelimeyi hayat felsefesi olarak benimseyen, insanlar, umudunu, güvenini, iyimserliğini kaybetmeden kendine güvenen, cesur ve insiyatif sahibi bireyler oluklarını çevrelerine hissettiriyorlar. Pozitif düşünen kişiler, pozitif enerji veren insanlarla arkadaşlık ediyorlar, pozitif enerji veren yiyeceklerle besleniyorlar, pozitif enerji yüklenmek için spor ve meditasyon yapıyorlar.

Sizi daha güçlü kılacak şu yaşam felsefesine kulak verin;
MİZAH DUYGUNUZU YİTİRMEYİN; Mizah duygusu çok önemlidir. Onu yanınıza almadan sakın evden çıkmayın. Kendinize gülmeyi bilin. Yoksa kendinizi çok ciddiye alır ve bu kadar yükseklerde dolaştığınız için alay konusu olursunuz.
CESUR OLUN; Eğer doğru olduğuna inandığınız şeyi yaparsanız, ödülünüzü alırısınız. O da öz saygıdır. Bir ev satın alabilirsiniz, ama yuva satın alamazsınız. İnsanları satın alabilirsiniz, ama dostluklar satılık değildir. Hatta kendinize bir ün bile alabilirsiniz, ama karakter, işte doğru olduğuna inandığınız şeyi yapmanız bu yüzden önemlidir. Bir zorlukla karşılaştığınızda onunla dost olmak çok etkili bir yaşam gücüdür. Mark Twain. “Olumsuzluklar insanın kendisini tanımasını sağlar.” Demiştir.
İDEALİST OLUN; Biz dünyaya yalnız yaşamak için değil bir fark yaratmak için geliyoruz. Diyelim ki vurmak istediğiniz hedef “AY” ama isabet ettiremediniz. Yinede yıldızlardan birini vurabilirsiniz. Eğer bir hayaliniz yoksa, hayalinizi gerçekleştirme şansınız olabilir mi, daha çok risk alın ve daha çok eylemde bulunun. İsminizi başkalarının kalplerine kazıyın, böylece sonsuza kadar yaşarsınız.
KORKULARCesaretin en korkunç düşmanı, korkunun kendisinidir, korkulan şey değil; içinde korkuyu yenmeyi başarabilen insan en büyük kahramandır. George MACDONALD
Korku insanlığın bir numaralı düşmanıdır. Her nesilde en azından birkaç büyük adam, korkunun kendisinden başka korkulacak bir şey olmadığını hatırlatır bizlere. Tüm insanların ortak bir temel korkusu yoktur; tüm korkular sonradan kazanılmıştır. İnsanoğlu kazandığı tüm bu korkuları, içindeki sevgiyi güç ve sağlam akılla – ortadan kaldırabilir.

AF VE BAĞIŞLAMA
Affetmek, başka bir insana veya kendinize karşı içinizde duyduğunuz öfkenin yerine sevgi koymaktır. Affetmek, öfkenin nefretin, acının, suçlamanın, kurban olma duygusunun, kendine haklı çıkarma çabasının üzerinde yarattığı ağırlığı alır. Doğru düşünen kişi bilinçsiz huzur, rahatlık ve iyi beslenmeyi yaşamında yerleştirir, diğer doğru alışkanlıklar da kendinde terbiye olur. Doğru af ve bağışlama yüzeysel ve tesadüfi bir eylem değildir. Belki zihin ve ruhun derinliklerinde bir arıtma ve tasfiye etme bir yaklaşımdır. Gerçek af ve bağışlama zaman ve dayanma gücü ister ve bu kesinlikle şuur altı düzeylerini temizler.Her tür kin ve öfke zihni tırmalar ve bedenin hasta olmasına sebep olur. Samimi bir şekilde af ve bağışlama yapmazsanız tam şifa gerçekleşmez.Nefret ve öfke, eleştiri, serzeniş, hısım ve hesaplaşma isteği başkalarının eziyetini görme isteği, hepsi canı solgunlaştırır ve insanın sağlığını çalar. Bunun için size yapılan btün eziyetleri af etmek size yararlı olacaktır. Bir kişiden veya bir pozisyondan nefret ettiğinizde çelikten daha güçlü bir halka ile o kişiye veya o pozisyona bağlanırsınız. Af ve bağışlama, kurtulmak için tek yoldur.
AF VE BAĞIŞLAMANIN YOLLARI VE METODLARI
Af ve bağışlamanın en basit alıştırma yolu, her gün sakin bir köşede, gözleriniz kapalı oturup şu cümlelerin tekrarlanmasıdır:Benim eziyetime sebep olan her şeyi af edip bağışlıyorum,Beni üzüntüye sokan her şeyi af edip bağışlıyorum,Benim öfke ve nefretime sebep olan her şeyi af edip bağışlıyorumİçeride ve dışarıda olan her şeyi af edip bağışlıyorum.Geçmişi, geleceği ve şu anı af ediyor ve bağışlıyorum
AF VE BAĞIŞLAMANIN KAİDERİ
Eski bir atasözü şöyle der:” Başkaların af edip bağışlamayan kişi, kendisinin de bir gün geçmesi gereken köprüyü kırıyor,”Size verilmesi gereken bağış geciktiğinde, af zamanı gelmiş demektir. Gerçek af ve bağışlamanın size verilmesi, bağışlarda olan gecikme ve engelleri ortadan kaldırır. Charles Fillmore, af ve bağışlamanın her derdin kesin dermanı olduğunu düşünür ve söyler. Af ve bağışlama her tür hastalığın zihinsel dermanıdır. Her gece uyumadan önce yarım saat oturun ve sevmediğiniz ve beğenmediğiniz herkesi zihinsel olarak bağışlayıp af edin. Hatta eğer bir hayvandan korkuyorsanız veya bir böcekten hoşlanmıyorsanız, zihinde ondan özür dileyiniz, sevgi ve şefkatinizi onlara gönderiniz.Eğer birini adaletsizce suçladıysanız, eğer birisi ile dostluk dışında bir diyalogunuz olmuşsa, eğer başkasının ardından kötü sözler söylemiş veya eleştirmişseniz, sükut ve rahatlık içinde onlardan sizi af etmelerini isteyiniz. Eğer bir dost veya akrabanız ile bir probleminiz varsa problemi ortadan kaldırmak için elinizden geleni yapınız, Her şeyde ve herkes de hakikati görünüz.
HAKİKAT NEDİR
Mutlak cevher ve mutlak can! Aşk ve sevgiden dolu en güçlü düşüncelerinizi onlara bağışlayınız. Her gece dünyanın her köşesinde bir düşmanınız olduğu endişesi taşıyorsanız yastığa başınızı koymayınız. Af ve bağışlamada kapsamlı tekidi ibarelerden biri şöyledir:”Her şeyi ve affa ihtiyacı olan geçmiş ve bugünkü tecrübelerimi bağışlıyorum. Yaradan sevgidir, bende bağışlanmışımdır. Yaratanın lütfü yalnız vücuduma hakimdir . Şimdi sevgi kanunu, yaşamımı düzenliyor ve dengeliyor. Sevgi kanunu algıladığımdan sükunet içindeyim.
Bazen vurgulayıcı ibareler, tek başına yeterli değildir. Harekete geçmek gerekir. Başkalarını af etmek veya başkalarının sizi af etmelerinde en ihtişamlı yol onlardan vazgeçmektir. Başkalarının sizi af etmesi için en iyi vurgulayıcı ibare şudur:”Şimdi her şey ve herkes benim geçmişimi, bu günümü, beni olumlu bağışlamışlardın.”Emin olun af ve bağışlanma en güçlü iştir. Her türlü hastalığa şifa verir. Zayıf insanı güçlendirir, korkak insanı cesaretlendirir, cahili bilge yapar, hüzünlü insanı sevince boğar.

*Alıntıdır. Dr. Davut İbrahimoğlu (Ph.D)

Çarşamba, Eylül 12, 2007

Kavuşmak

İnsanoğlu yaradılışından beri sevmek bahtiyarlığına erişmeyi bekler; sevgiye ulaşınca da kapıldığı akıntının sarhoşluk tadını çıkarır. Bu sarhoşluk içinde ne zamanki gözünü kapatsa yarin gülümsemesi gözünün önüne gelir. Belki de ""ne olaydı sesim güzel olaydı bir türkü yakaydım yare, ne olurdu kalemim güzel olaydı yarin yüzünü izini kağıda düşürebilseydim" der. Yarin silueti ile konuşur her yalnızlık anında sevgi sarhoşu adam.




Sevgi akıntısına kapılmış adam özler yarini ve daha bi dalar mekanın görünmeyen zerrecik noktalarına vuslatı ister Allah'tan sevdiğine kavuşmak ister bir uzun ömür mutlukla sağlıkla sevdiği ile bal tadında yaşamak ister duasını sunar ona bir nufteden ibaretken can veren yaratıcısına. Kısa anlık kavuşmalar dahi sevgi sarhoşu adamı sevinç yumağına çevirir. Toprağın yağmuru beklemesi ve sonra beklediği yağmuru kucaklaması gibidir bu bahtiyarlık. Dua eder sevgi sarhoşu adam yarinden hiç ayrılmamak için , inşallah bu bahtiyarlığa kavuşan adamın duasını Allah ta kabul eder.


Sevgi sarhoşu adamın yarine kavuşmasıyla birlikte böcük te böcüğüne kavuştu inşallah hep sevgi sarhoşu adama yarile böcük böcüğüyle olur.

Salı, Ağustos 28, 2007

ZORLUKLAR BIREYE VURULAN KAMÇI DARBELERIDIR

Zorluklar varsa arada
Insansin!
Engellere harcanmayan güçler ne güne
Dayat ki yasadigini anlayasin!
Behçet Necatigil
Hayat gelecegi düsündügünüz zaman hiç bitmeyecek gibi görünen, ama geçmisi düsündügünüzde o an bitiverecekmis gibi gelen bir süreçtir. Bu süreçte bireyler, yasadiklariyla ve hissettikleriyle var olurlar.
Bununla birlikte bireyler, hayatlari boyunca çesitli zorluklarla karsi karsiya gelirler. Bu zorluklar karsisinda herkesin aldigi tutum farklidir. Kimi hayata küserek depresyonun dipsiz kuyularina gömülürken, kimisi bu zorluklari kendilerine vurulmus kamçi darbeleri olarak düsünüp bunun üstesinden gelmek için amacina ve hayata daha siki sikiya tutunurlar.
Kimsenin hayati, denizin rüzgarsiz hali gibi degildir. Mutlaka bu denizde de dalgalanmalar, firtinalar ve akintilar olur. Önemli olan yüzmeyi ve denizciligi ögrenerek gemiyi en sakin limana yaklastirmaktir. Insanlar da karsilastiklari zorluklarin üstesinden, o durumdan kurtulma çareleri arayarak ve yasamayi ögrenerek gelirler.
Tatli bir rüyayi animsatan hayat, herkesin hayalindedir; ama sunu kabul etmeliyiz bu sadece hayallerde olur. Insana düsen görev bu hayali gerçek kilmak için hayata bir rüya gibi bakmaktir. O zaman zorluklar, sahnede oynanan kurgulu bir tiyatro oyunundan öteye gitmeyecektir. Oyunun sonunun nasil bitecegi sizin elinizdedir, önemli olan bunun bilincinde olarak; karsilastiginiz zorluklarin sizi yikmasina izin vermemenizdir.
Ahmet, bir isadamiydi. Kisa sürede az bir sermayeyle basladigi isinde iyi bir konuma gelmisti. Dürüst, sözüne sadik ve azimli yapisi sayesinde piyasada tutunmustu. Fakat bir gün Ahmet, satis yaptigi bir müsterisinden yüklüce miktardaki alacagini alamamisti. Isin kötüsü, yapacagi ödemelerini bu alacak üzerine baglamisti. Ödeme yapmasi gereken firmalar ve toptancilar, ödeme gününün geçmesi üzerine Adil’i sikistirmaya basladilar. Adil, ne alacagini alabiliyor, ne de borçlu olduklari kisilere ödemeyi yapabilecek para bulabiliyordu. Kariyerinin düsüs noktasini yasiyordu.
Alacaklilar eve ve is yerine haciz yollamis, neyi var, neyi yok hepsine el koymuslardi. Bunun da ötesinde Adil’in piyasadaki sayginligi sarsilmisti. Bu zorluklar karsisinda pes etme noktasina gelmisti ve intihar etmeyi düsünüyordu. Fakat durumunu baska birisinin durumu gibi düsünmeye basladi. Ortada sadece para yoktu; onun disinda sagligi, ailesi ve kendine güveni hala vardi. Itibari zedelense dahi baska isadamlarinin kapisini asindirmaya ve durumunu anlatarak kisa süreligine borç para istemeye karar verdi.
Durumu gitgide kötüye gidiyordu, çünkü kimse ona borç vermeye yanasmiyordu. Çaresizliginin arttigi bir noktada, fazla samimiyetinin ve iliskisinin olmadigi bir isadaminin telefonunu aldi. Bu kisi, Adil’e bir teklif sundu; aradigi parayi verecegini ama kendisiyle ortak olmasini istedigini belirtti. Adil düsünmeden bu teklifi kabul etti. Borçlarini ödeyerek tekrar çalismaya basladi. Bu sefer daha dikkatli davraniyor, isine dört elle sariliyordu. Ayrica alacagi olan kisi borcunu ödemis, bu da Adil’i maddeten rahatlatmisti. Kisa sürede eski konumundan daha yüksek bir konuma gelen Adil, kendisine güvenerek borçlarini ödeyen ayrica kendisini ortak yapan isadamini da kendisiyle birlikte yükseklere çekiyordu.
Zorluklarla karsilastiginda Adil, pes etmek yerine onun üstüne gitmeyi seçmis ve sonuçta intiharla neticelenecek bir tiyatro oyunu yerine, basarilara imza atan bir tiyatro saheseri çikarmisti.
Hepimizin basina öyle ya da böyle zorluklar çikar. Geçmisi düsündügümüzde bugün hatirlayip üstesinden nasil geldigimizi bazen kendimizin de hayretle düsündügü zorluklar yasamisizdir. Bugün de karsilastigimiz zorluklari, yarin hatirlayip büyük bir ihtimalle de, “Niye kendimi o kadar üzmüsüm ki?” diye sorup, belki cevabini hiçbir zaman veremeyecegimiz pürüzler olarak düsünmeliyiz.
Zorluklarla mücadele ruhu zaten insanda vardir. Yeter ki insan sahip oldugu bu gücün farkina vararak, onu kullanabilsin; ileride gülüp geçecegi zorluklarin tesiri altinda kalarak hayati kendine zehir etmesin.
Güzel demis diyen sair;
“Kim bilir ol bir bahara kim ölüp kim kala sag”
Bu can bize temelli verilmedi
Alir bir gün yalan dünya
Belli mi yarina çikacagimiz
Nerde kaldi sonraki baharlar
Der de gene sasmaz bildiginden
Su egreti yerde nice insanlar
Gözünüzde büyüttügünüz seyler
Ilerde güleceksiniz!
Içindeyken
Anlasilmaz gençligin geçtigi
Ve telaslar yipratir kalbi:
Enfarktüs.
En iyisi oluruna birakmak
Biraz genis olunuz!..

*http://users3.nofeehost.com/ruyaname/ isimli siteden alıntıdır.

Ödüllü Fotoğraflar







Cumartesi, Ağustos 25, 2007

Teşekkürler

Ben bir kez daha yaşlandım; umarım büyümek yanımda olanlarla bana mutluluk getiririr. Beni yalnız bırakmayanlara ve sevgisini hep yanımda hissettirene teşekkür ediyorum. Bugünlerde bengihayat ta 1 yaşını kutluyor. 1 yıldır sevdiğim yazıları , fotoğrafları ve bazen de kendi yazılarımı sizlerle paylaştım. Bengihayat bugüne kadar 13.000 kez civarında ziyaret edildi; bazı çok yoğun olduğum zamanlarda bengihayata vakit ayıramadım. Bir isteğimiz de bengihayata ziyaretçilerimizin de en azından yorumlarıyla katılmasıdır. Teşekkürler....

Pazartesi, Ağustos 20, 2007

"seni seviyorum"

Sevmek...Tanrinin bize bagisladigi en yuce duygulardan bir tanesi... Yasamimiza renk katan yegane sey. Sevmek ve sevildigini hissetmek, hissettirmek. Sevmek... her seyi, dunyayi, yasamayi, insanlari, kuslari, cicekleri, denizi, suyu, herseyi, kendimizi bir de. Biz ulus olarak sevgi dolu insanlariz aslinda, yuregimiz hep bu isiltilarla dolu. Ama sevgimizi dile getiremiyoruz yeterince. Hep icimizde, yuregimizde sakli tutuyoruz, nedense kullanmayip sakliyoruz. Halbuki ne guzel iki kelimedir " seni seviyorum " diyebilmek. Bu gizemli kelimeyi kullanmaktan korkmasak, icimizden geldigi gibi ve hissettigimiz anda soyleyebilsek keske sevdiklerimize.
Dünün , sabahin ilk ışıklarında yeni açmış bir çiceğin yaprağındaki çiğ tanesi ile size gülümsemesini bir kez. içimizi mutlulukla dolduran bu sıcak tablo karşısında " seni seviyorum güzel çiçek" demek, ne hoş bir karşılamadır onu. ( aptalca mı geliyor size, gelmesin lütfen) Ya da aynada yüzünüze bakarken içten gelen bir güluüseme ile kendi kendimize "seni seviyorum "desek, diyebilsek keşke.
" seni seviyorum " öyle sihirli ve güçlü iki sözcüktür ki aslında; söylendiği anda karşımızda akan suları bile durdurur anında. Eşimize, kızımıza, sevgilimize, emektar köpeğimize, yetiştirdiğimiz çiçeklere, büyüklerimize , tüm sevdiklerimize söyleyelim her an içimizden geldiğinde; duraksamadan," acaba tepkileri ne olur, ya da çok söylemeyeyim etkisi azalir " diye dusunmeden. Olabilir mi hiç böyle bir şey, etkisi azalabilir mi hic. Bu iki sozcuk ne kadar sIk kullanilirsa insanin icini o kadar oksar, o kadar sevgi ile doldurur, iliskileri duzene sokar, uzaklar hemen yakinlastirir, mesafeleri yok eder. Ne guzel bir seydir bunu sIkca kullanabilmek, aliskanlik haline getirip soyleyebilmek.
Hayatin ne kadar acimasiz, ne kadar kisa oldugunu, belki yarin sevdigimiz ve deger verdigimiz kisileri bir daha bulamayacaimizi dusunecek olursaniz; bence su anda, su saniyeden itibaren, daha fazla gec kalmadan soyleyelim, haykiralim sevgimizi; " seni seviyorum " diyelim.
Esimizi yada sevdiklerimizi yolculuga ugurlarken hazirladimiz bavulun icine, giyisilerin arasina "seni seviyorum " yazan minicik notlar ilistirelim. Bizden once eve gelecegini bildigimiz anlarda yine onlar icin evin cesitli yerlerine " seni seviyorum " mesajlari birakalim. Inanin o mesajlari gorduklerinde yasayacaklari mutlulugu kelimelerle anlatmak mumkun olmaz. Bu oylesine guzel bir sıcaklık, öylesine güzel bir yakınlaşmadır, sözcülere sığramazsını gücünü.
İçimizde tutup, saklayıp, ayda yılda bir kez söylediğimizde; hayatımızdakı keşkelerin sayısı hızla artacaktır inanın buna. Oysaki keşkelerin "geri dönüşleri yoktur; giden yıllarla birlikte onlar da gider, yakalayamazsınız.
O halde gelin kullanmaktan çekinmeyelim, " seni seviyorum " demeyi de sevelim, tüketelim bolca. Bilin ki siz kullandıkça tükenmeyecek, size geri dönüşleri katlanarak artacaktır.

*alıntıdır

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

Perşembe, Ağustos 09, 2007

Fotoğrafın Dili

HİROŞİMA
Ayrıca aşağıda yer alan linkte bir fotoğraf roman bulacaksınız.
http://www.time.com/time/covers/20050801/photoessay/

KIZ ÇOCUĞU


Kapıları çalan benim

kapıları birer birer.

Gözünüze görünemem

göze görünmez ölüler.


Hiroşima'da öleli

oluyor bir on yıl kadar.

Yedi yaşında bir kızım,

büyümez ölü çocuklar.


Saçlarım tutuştu önce,

gözlerim yandı kavruldu.

Bir avuç kül oluverdim,

külüm havaya savruldu.


Benim sizden kendim için

hiçbir şey istediğim yok.

Şeker bile yiyemez ki

kâat gibi yanan çocuk.


Çalıyorum kapınızı,

teyze, amca, bir imza ver.

Çocuklar öldürülmesin,

şeker de yiyebilsinler.


İnasanlığın hücrelerine bomba...


Hiroşima ve Nagasaki'nin bombalanmasının 62. yılı
Atom bombası saldırıları en az 360 bin kişinin ölümüne yol açtı
Uluslararası - 6 Ağustos 1945'te ABD, Hiroshima'ya 15 bin tonluk TNT'nin patlayıcı gücüne eşdeğer ve "küçük çocuk" (little boy) adında bir atom bombası attı. Üç gün sonrasında ise "Şişman Adam" (fat man) Nagasaki'ye atıldı. Bu bombanın patlama gücü çok daha yüksek, 21 bin tonluk TNT'ye eşitti. İki şehrin bombalanması sonucu yüzbinlerce kişi öldü. Yayılan radyasyonun etkileri ise hala sürüyor.
II. Dünya Savaşı sırasında, Amerika ve İngiltere "Manhattan Projesi" olarak adlandırdıkları bir atom bombası projesi başlattılar. Bu projenin çıkışı, Almanya'nın atom bombası yapabileceği korkusuydu. Ancak, Almanya savaşta yenildikten sonra Japonya'nın atom bombası yapabilme ihtimali neredeyse hiç olmamasına rağmen bu araştırmalar devam etti.
Bombanın atılması ile Hiroşima ve Nagasaki anında yok oldu. Atom bombasının yarattığı muazzam şok dalgaları çok geniş bir alanda binlerce kişinin o anda ölmesine sebep oldu. Dalgaların doğrudan ulaşamadığı yerlerde ise yayılan radyasyon, sonraki günler, aylar ve yıllar boyunca bir çok kişinin lösemiden ölmesine sebep oldu. Hayatta kalanlara Japonya'da "Hibakusha" dendi. Hibakusha'lar ve çocukları ülkede yıllarca insanlar tarafından dışlandı. Radyasyondan etkilenme korkusu ile hiç kimse onlara yaklaşmak istemedi. Yıllarca bu zor koşullarda yaşayan Hibakusha'lar kendi trajedilerinden yola çıkarak dünyada başka Hiroşima ve Nagasaki olmaması için büyük kampanyalar başlattı.
6 Ağustos 1945 yılında, sabah 8:15'te "Küçük Çocuk" isimli ilk nükleer bomba " Enola Gay" isimli B-29 Superfortress'ten bırakıldı. İnsanlık tarihinde ilk defa böyle bir bomba kullanılmıştı. Aralık 1945 yılında Hiroşima'daki resmi kaynaklar ilk anda ölenlerin sayısını 140.000 olarak tahmin ettiklerini bildirdi. Bombanın etkisi ile daha binlerce insan yavaş yavaş öldü. Nükleer saldırıdan sonra Hiroşima şehri bir barış şehri olarak düzenlendi. Bombanın yıktığı alanda ayakta kalan ilk bina da Hiroşima Barış anıtı olarak seçildi.
9 Ağustos 1945 sabahı, Amerikan "Bockscar" isimli B-29 Superfortess uçağı "Şişman Adam" isimli ikinci nükleer bombası ile, ilk hedefleri olan Kokura'ya ulaştı. Ancak, şehir bir bulut kümesi ile örtülmüştü ve görüş yeterli değildi. Kötü hava koşulları ve meydana gelen diğer problemler nedeni ile uçuş ekibi, ikinci hedefleri olan Nagasaki'ye yöneldi. Burası Japonya'nin gelişmiş önemli bir endüstriyel bölgesiydi. Bombanın atılması ile hemen ölenlerin sayısının 100.000 olduğu tahmin ediliyor.
Amerika, bomba kullanımını haklı göstermek için Japonya'nın Pearl Harbor limanına yaptığı baskını ve Müttefik güçlerinin koşulsuz teslim olma isteğini geri çevirmelerini öne sürdü.
Ancak yıllar sonra yapılan açıklamalarda Amerika hükümeti, bombanın gerekli bir askeri harekat olduğunu, çünkü buna tek alternatifin istila olduğunu söyleyecekti. Japonya'nın istilası ise bir çok Amerikan askerinin hayatına mal olacağından, bombanın bırakılması daha uygun görülmüştü.
Aslında daha işin başından itibaren Amerika'nın Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerinin üst düzey yetkilileri nükleer bombanın bırakılmasının bir gereklilik olduğu savını şiddetle reddetmişti. Daha sonra başkanlığa yükselen dönemin generali Eisenhower, "Onları bu korkunç şey ile vurmamıza gerek yoktu" demiştir. Japonların çözülmüş şifreli telegraflarından ve diğer bilgi kaynaklarından, aslında Japon askeri kuvvetlerinin zaten bozguna uğramış olduğu biliniyordu. Japonlar, imparatorlarını korumak karşılığında Amerika'nın sunacağı teslim olma şartlarına uymaya hazırdı. Ayrıca, Sovyetler Birliği'nin, savaşa Japonya'nın karşısında girmesi durumunda, herhangi bir istilaya gerek kalmadan Japonya zaten teslim olacaktı.

- Aslıhan Tümer

Pazartesi, Ağustos 06, 2007

Esin Kaynağı Doğa

Bir adam Tanrı'yı aramaya karar verdi. Evrenin ne sebeple yaratıldığı konusunda derin bilgiye sahip olduğunu iddia eden ve Tanrı'nın insanlardan ne istediğini açıklayabileceğini söyleyen bilgeleri arayıp buldu.
'Peki bunları size kim öğretti' diye sordu adam bilgelere; 'Tanrı'nın kendisi mi?'
Bilgeler pek çok güzel ve derin söz söylediler, ama hiçbiri dört bir yanlarına anlattıkları bunca şeyi onlara kimin öğrettiğini tam olarak tanımlayamadı. Böylece adam, orada pek çok şey öğrenerek geçirdiği birkaç günün ardından yolculuğuna devam etme kararı aldı.
Yolculuğu sırasında bir vadiye ulaştı. Oradaki köylüler, hemen yakındaki bir dağda, Tanrı'nın oraya yaklaşan herkesle konuştuğunu iddia ediyordu.
Adam hemen sözü edilen dağa gitti. Üç gün boyunca dua edip oruç tutarak orada bekledi, ama Tanrı görünmedi. Dördüncü gün gelip çattığında adam çaresizlik içindeydi, sonunda dayanamayıp bir çığlık attı:
'Neredesin?'
Adamın sesi cevap olarak yankılandı: 'Neredesin?'
İşte o andan itibaren adam anlamıştı; Tanrı da aynı soruyu soruyor ve onu arıyordu.
Kültür ve düşünme
Sufi geleneği nehri bir kayıkla geçmekte olan bir filozofun hikayesini anlatır...
Filozof, nehri geçerken kayıkçıya bilgisini göstermek istedi.
'Horbiger'in metinlerini biliyor musun?'
'Hayır,' diye cevap verdi kayıkçı. 'Ama işimi iyi yapmak için doğanın bana öğrettiklerini biliyorum.'
'Peki öyle olsun, ama şunu da bil ki; bu metinleri bilmiyorsan hayatının yarısını kaybetmişsin demektir!'
Tam nehrin ortasına geldiklerinde, kayık akıntının etkisiyle bir kayaya çarptı ve batmaya başladı. Kayıkçı hemen kıyıya doğru yüzmeye girişti, ancak dönüp baktığında filozofun boğulmak üzere olduğunu gördü.
'Ben yüzme bilmem,' diye bağırdı filozof çaresizlik içinde. Ve ekledi: 'Sana Horbiger'i bilmediğin için hayatının yarısını kaybettiğini söylemiştim, ama şimdi ben nehirdeki akıntı gibi basit bir şeyi anlayamadığım için tüm hayatımı kaybediyorum!'
Gündüz ve gece
Üstad, öğrencilerini çevresine topladı ve onlara 'Gecenin tam olarak ne zaman sona erdiğini nasıl anlarsınız?' diye sordu.
'Güneşin ilk ışığını gördüğümüz zaman' diye cevap verdi hepsi bir ağızdan.
'Hiç alakası yok. Gece, kardeşimizin gözlerinin içine bakabildiğimiz ve onun yanımızda olduğunu görebildiğimiz zaman biter. Veya yataktan bir gün önce yaptıklarımızdan hiç pişmanlık duymayarak kalkabildiğimiz zaman... Ya da bedeli ne olursa olsun, her zaman Tanrı'nın bizden istediği şekilde hareket edeceğimizi kendimize söyleyebildiğimiz zaman.
'Bunları yapabildiğimiz güne kadar, dışarıda güneş pırıl pırıl parlıyor da olsa, içimizdeki gece sürecektir.'
Zuan Ziu doğadan bahsediyor
Kış geldiği zaman, ağaçlar yapraklarının döküldüğünü görünce üzüntüyle iç geçiriyor olmalı. Kendi kendilerine şöyle diyorlardır: Bir daha asla eskisi gibi olamayacağız.
Elbette. Yoksa kendilerini yenilemenin ne anlamı kalır? Yeni çıkacak olan yaprakların kendi kişilikleri olacaktır, onlar yeni gelen ve bir öncekiyle asla aynı olmayacak bir yaz mevsimine ait olacaklardır.
Yaşamak değişmektir; ve mevsimler bize bu dersi her yıl tekrar öğretir. Değişim bir depresyon döneminden geçmek demektir: Eskiden olduğumuz şeyi unutmak zorundayızdır ve yeni geleni de bilemeyiz. Ama biraz sabırlı olursak, bahar sonunda mutlaka gelir ve o zaman çaresizce geçirdiğimiz kışı unuturuz.
Değişim ve yenilenme hayatın kanunlarıdır. Sadece bize mutluluk getirmek için var olan şeyler yüzünden acı çekmektense, onlara alışmak daha iyidir.


*Paulo Coelho tarafından yazılan bu makale, 16 Nisan 2006 Pazar günü yayınlanan Akşam Gazetesindeki köşe yazısıdır.

Bir Afrikalının Yazdıkları


Sevgili beyez adam, Doğarım, siyahım.. Büyürüm, siyahım..

Güneşlenirim, siyahım.. Üşürüm, siyahım.. Korkarım, siyahım..

Hastalanırım, siyahım.. Ve ölürüm, hala siyahım...

Ve sen Beyaz Adam.. Doğarsın pembesin.. Büyürsün beyazsın..

Güneşlenirsin bronzsun.. Üşürsün morarırsın.. Korkarsın sararırsın..

Hastalanırsın yeşilsin.. Ve ölürsün grisin..

Peki sen ne biçim BEYAZSIN..?

Çarşamba, Ağustos 01, 2007

Fotoğrafın Dili


Yağmura hasret olduğumuz zamanda güneşli bir günün sonunda yağan yağmurun fotoğrafı

Affetmek (köprü)


Bir zamanlar yanyana ciftliklerde yasayan 2 kardes anlasmazliga duserler.
40 yil yanyana yasayan, makinalari paylasan ve is bolumu yapan kardesler
icin bu ciddi bir durumdu. Isler gittikce sarpa sardi ve sonunda karsilikli
kotu sozler sarfedilmeye baslandi ve nihayetinde haftalarca sessizlik takip etti.

Bir sabah John'un kapisi calindi. Kapiyi acinca John karsisinda
alet kutusu ile bir marangoz buldu. Marangoz "bir kac gunluk is ariyorum"
dedi. "Belki buralarda birkac kucuk isiniz vardir. Size yardim edebilir miyim?".
"Evet" der buyuk kardes, "Senin icin bir isim var. Ciftlikteki cayin arkasina bak.
Orada komsum var ama aslinda o kucuk kardesim. Gecen hafta aramizda bir
cayir vardi ama o buldozerini nehrin seddine surdu ve simdi aramizda bir cay var.
Bunu bana ragmen yapmis olabilir ama ben daha iyisini yapacagim. Surada
gordugun kereste yigini var ya, senden bunlarla 2,5 metrelik bir cit insa etmeni
istiyorum. Boylece onun yerini gormeme gerek kalmayacak.

Marangoz, "Sanirim durumu anladim. Bana gerekli aletleri verin, sizi memnun
edecek bir is cikartacagimi saniyorum." der. Buyuk kardesin arac gerec icin
kasabaya gitmesi gerekir ve malzemeyi getirdikten sonra gunun geri kalan
kisminda ciftlikten uzaklasir. Marangoz butun gun olcumler ve diger islerle
ugrasir ve isini bitirir. John gelince gozleri acilir ve saskinliktan agzi acik kalir.
Ortada cit falan yoktur. Marangozun yaptigi bir koprudur. Cayin bir tarafindan
diger tarafina bir kopru. Ve nefis bir iscilik.
Ve John, komsu kucuk kardesinin kollarini acarak kopruden geldigini gorur.

"Sen ne iyi bir dostsun ki tum yaptiklarima ragmen bu kopruyu insa ettin".
Iki kardes koprunun ortasinda bulusur ve birbirlerinin elini tutarlar�Arkalarina
baktiklarinda marangozun alet cantasini alip gitmeye hazirlandigini gorurler.
"Hayir, bekle!" Birkac gun daha kal. Senin icin pek cok projem var" der buyuk kardes.

"Kalmak isterdim" der marangoz�."ama insa edecek daha cok kopruler var".

* Alıntıdır.

Salı, Temmuz 31, 2007

" İnsanın Halleri "


Bazen içi boşalır gibi olur insanın, sanki bir vakumla çekerler nefesini, derin derin soluklanır.

Bazen büyük bir ciddiyetle yaşadığı hayatta ne kadar ufak bir noktacık olduğunu hatırlar insan, bacaklarını karnına çekip korumak ister kendini.
.
Bazen durur da bir geriye bakar insan, tüm yaşananların, tüm yapılanların, tüm sevilenlerin, tüm söylenenlerin nereye gittiğini düşünür.

Bazen yürüdüğü yollar anlamsızlaşır insanın, nereden geldiğini, nereye gittiğini şaşırır. Tüm yollar bir boşluktan gelir, koskoca bir boşluğa gider sanki, midesinin üzerinde bir yerlere düğümler atılır.

Düşünür insan. Sorgular, hesaplaşır, sayfalar açar, sayfalar kapatır, bedeller öder, fedakarlıklar yapar, sorumluluklar üstlenir, gider, gelir, susar, söyler, kaydeder, siler, unutur, hatırlar.

Erdemlidir... Tevazu gösterir... Kendini bilir... Haddini bilir... Kendini çok da fazla büyütmemesi gerektiğinin farkındadır... Bu dünyanın hiç kimseye kalmadığını unutmadan yaşar... Yaşadıklarını, sahip olduklarını fazla abartmaz... Her şeyin gelir geçer olduğunu ayrımsar...Kendisini dünyanın merkezinde zannetmez... Dünya üzerinde hakka sahip tek canlının kendi türü olduğunu düşünmez... Koltuklara, unvanlara, daha daha yukarıdaki dallara tutunmaya çalışmaz...Soluğu her kesildiğinde, her kendisini ufacık hissettiğinde, her boşluğa düştüğünde bir yerlere imza atması gerektiğini fark eder. Birilerinin elinden tutması gerektiğini, yüreğinden bir şeyler koyması, emek harcaması gerektiğini, ardından izler serpiştirmesi gerektiğini bilir. Ama küçük ama büyük izler bırakmaya gayret eder, bu koca dünyada. Küçüldükçe büyür. Paylaştıkça çoğalır.

Erdem yoksunudur... Unutuşun o kalın örtüsünü serer yaşadıklarının üzerine... Kendini de haddini de bilmez... Yaptığı en ufak şeyi bile insanların gözünün içine sokmaya çalışır... Sanki dünyaya kazık çakacak gibi yaşar... Gülmesi, konuşması, lüksü görgüsüzce abartılıdır... Hep orada kalacağını, hep o koltuğa sahip olacağını, hep etrafının o adamlarla dolu olacağını düşünür... Bir yerlere imza atması gerektiğini fark eder... Birilerinin ayağını kaydırmaya, birilerinin eteğinden çekmeye, birilerinin üstüne basmaya çalışır. Ama büyük ama küçük bir şeyler götürmeye çalışır bu hayattan. Büyüdükçe küçülür. Çoğaldıkça azalır.
.
Bazen soluğu kesilir insanın, bazen köşeye çekilir, bazen içi boşalır... O zaman durur ve izler. Hayatı 'olmaya' çalışarak yaşayanlara bakar. Bitmeyen bir yolculuk gibi görenlere, başı semaya dönük nereden geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu bilerek salına salına dönenlere bakar, paylaştıkça çoğalanlara, emek harcadıkça hayattan kazananlara bakar insan. Bazen dinler insan, o güzel tevazu sözlerini, o unutmamanın, hatırlamanın, var olmanın, var olmaya çalışmanın, 'oldum' dememenin, "bu dünya Sultan Süleyman'a bile kalmadı" diyenlerin, bunu bilenlerin ama gerçekten bilenlerin söylediklerini.
.
Bazen durur da izler insan, gelip geçiciliğe direnmeye çalışanların çabaları, söylenenler, görülenler, yapılanlar damla damla düşer de yıkar, temizler insanın ruhunu.
.
Bazen içi umutla ve sevinçle dolar insanın, sanki bahar havasını, fulyaların kokusunu çeker içine.
.
Bazen ufacık noktaları birleştirerek ortaya çıkardığı o güzel resimlerin olduğu oyunları hatırlar. Kocaman bir adım atmak ister, diğerine doğru.
.
Bazen durur da bir geriye bakar insan, tüm yaşananların, tüm yapılanların, tüm sevilenlerin, tüm söylenenlerin nasıl da bir yaşamı inşa ettiğini fark eder ve teşekkür eder yaşadıklarına.
.
Bazen yürüdüğü yollar heyecanlandırır insanı. Yeni yollara girmek, yeni hayatlara başlamak, yeni anlamlar yüklemek umutlar salar yüreğine.



* Bu yazı www.ruyaname.com isimli internet sitesinden alıntıdır.

Pazartesi, Temmuz 30, 2007

Mesneviden

Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti. Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken ana caddede bir halayık gördü. O halayığın kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi o halayığı satın aldı. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı. Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış! Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: "İkimizin hayatı da sizin elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım, dermanım o .Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı ( atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir)". Hepsi birden dediler ki: "Canımız feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir alem Mesih'idir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır." Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların acizliğini gösterdi."İnşaallah" sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızi bir halet olan inşaallah'ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir. Hey gidi nice inşaallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı "inşaallah" la eş olmuştur. İlaç ve tedavi nevinden her ne yapıldı ise hastalık arttı maksat da hasıl olmadı. O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü. Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti. Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu. Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu. Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı: "En az bahşişi dünya mülkü olan Allahm! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin. Ey daima dileğimize penah olan Allah! Biz bu sefer de yolu yanıldık. Ama sen "Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök" dedin. Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı. Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü. Dedi ki: "Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir. O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir. İlacında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et." Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu. Bir de gördü ki, faziletli, fevkalade hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;Uzaktan hilal gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür. Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Allah bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir. Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pirin çehresinde görünüp duruyordu. Padişah bizzat abeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı. Her ikisi de aşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı. Padişah: "Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar. Ey aziz, sen bana Mustafa'sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım" dedi. Allah'dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah'nın lütfundan mahrumdur. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur. Alışverişsiz, dedikodusuz Allah sofrası gökten iniyordu. Musa kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce "hanı sarımsak, mercimek" dediler. Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, orak sallama kaldı. Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi. Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar. İsa bunlara yalvardı. "Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz. Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür" dedi. O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı. Zekat verilmeyince yağmur bulutu gelmez zinadan dolayı da etrafa veba yayılır. İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir. Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur. Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler masum ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azazil de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür. Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti. Elini, alnını öpmeğe, oturdu yeri, geldiği yolu sormaya başladı. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: "Nihayet sabırla bir define buldum. Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır" sözünün manası, Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider. Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elini tutan sensin. Ey seçilmiş,ey Allah'dan razı olmuş ve Allah rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse..."O ağırlama, o halhatır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü. Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü. Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının arazını ve sebeplerini de dinledi. Dedi ki: "Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda." Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir. Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır. Aşıklık ister cihetten olsun, ister bu cihetten... akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , aşıklığı yine aşk şerh etti. Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lazım ise güneşten yüz çevirme. Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler. Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur). Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez. Güneş gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama kendisinden esir olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarıda da benzer olamaz. Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin! Şemseddin'in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi. Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.Can şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf'un gömleğinden koku almış! "Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat. Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın" (diyor). "Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı onu görmekten acizim. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz... dilerse tefekküre düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın... yaraşır söz değildir. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil! Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!" (Can) dedi ki: "Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). "Yarın" demek yol şartlarından değildir. Sen yoksa sufi bir er değilmisin? Vara veresiyeden yokluk gelir".Ona dedim ki: "Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikayelere kulak ver, işi onlardan anla! Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur." O, "Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam" dedi. Dedim ki: "O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin! İste ama derecesine göre iste; bir otun bir dağı çekmeye kudreti yoktur. Bu alemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti! Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-ı Tebrizi'den bundan fazla bahsetme. Bunun sonu yoktur; sen yine hikayeye başla, onu tamamlamana bak. (Hekim) dedi ki: "Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesinde ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım." Oda boşaltıldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla yumuşak yumuşak dedi ki: "Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısınız? Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi? Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lazım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar. O diken çıkaran hekim üstaddı . Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikaye yolu ile dostların ahvalini sormakta idi. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi. Hekim kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekte idi. Nabzı kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu). Memleketinde ki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı. "Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?"dedi. Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi nabzının atması başkalaşmadı.Efendileri ve şehirleri birer birer saydı;o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı. Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii haldeydi fazla atmıyordu.Semerkand'ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkad'lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belanın aslına erişince:"Onun semti hangi mahallede?" diye sordu. Kız, "Köprü başında, Gatfer mahallesinde" dedi. Hekim, "Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hasıl olur;dedi. Peygamber demiştir ki: "Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir." Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir. Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi? O hekimin vaadleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti. Hakiki olan vaadleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar. Kerem ehlinin vaadleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaadleri ise gönül azabıdır. Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti.; padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: "Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat." Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, adil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi. O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand'e kadar geldiler. Dediler ki: "Ey lütuf sahibi üstad, ey marifette kamil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır. İşte filan padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kamilsin. Şimdilik şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun." Adam çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. Adam neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı. Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail "Git evet, muradına erişirsin" demekte! O garip kişi yoldan gelince, hekim onu padişahın huzuruna götürdü; Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti. Padişah onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim dedi ki: "Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin." Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti. Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısın da erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca kızın gönlüde yavaş yavaş ondan soğudu. Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir ar olur. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve ar olsaydı, tamamı ile çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi! Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi. Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helaklerine sebep olmuştur. Kuyumcu,"Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür. Ah ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler. Ah ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü. Beni benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz! Bu gün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur? Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir" dedi.Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu. Çünkü ölülerin aşkı ebedi değildir, çükü ölü tekrar bize gelmez. Diri aşk ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder. O 'nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkı ile kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen "Bize o padişahın huzuruna Varmaya izin yoktur" deme. Kerim olan kişilere hiçbir iş güç değildir. O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı. Allahnın emri ve ilhamı gelmedikçe hekim onu padişahın hatırı için öldürmedi. Hızır'ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz. Allah tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir. Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, naibdir eli Allah elidir. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek gülerek can ver. Ki Ahmed'in pak canı, Ahad'la ebediyse senin canında ebede kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın. Aşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler. Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma münakaşayı bırak. Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı? Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.İyinin kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir. Eğer işi Allah ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zahiren kötü görünüyordu. Hızır denizde gemiyi deldi ise de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık vardı. O kadar nur ve hünerle beraber Musa'nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma. O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma. Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kafirim, onun adını ağzıma alırsam! Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer. O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Allah hası. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama çeker yüceltir.Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütuf nasıl olurda kahretmeyi isterdi? Çocuk hacamatcının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir. Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüşsün; iyice bak!