Çarşamba, Şubat 28, 2007

ŞİİR


gittin...
geri gelmicek gibiydi sözlerin...
hepsinin sonunda sert birer nokta...
başı öne eğik virgüller vardı...
ünlem gibiydi gidişinin yolu...
upuzun...
ve sonunda bi nokta...
sessiz sedasızdı gidişin...
gidiyorum diyemeden harfsiz bedende kıvrılan bi gidiş...
döneceğine inanmak ister gibi..
kendi inanmaz,inandırmak ister gibi...
sanki dönmek için gitmek seninkisi...


*pınar nuhoğlu

Pazar, Şubat 25, 2007

2 Lira (Can DÜNDAR)


Günlerdir 2 demir lirayı elimde çevirip duruyorum.2 Türk lirası...Bazılarınız yere düşse eğilip almazsınız.Para üstü olsa aldırmazsınız.Harçlık diye, bahşiş diye, sadaka diye verilse surat asarsınız.Hepi topu 2 lira....


6 Şubat gecesi Şanlıurfa'ya çok yağmur yağdı.Ceylanpınar Tarım İşletmesi arazisi içinde bulunan Çırpı Deresi taştı;üzerindeki stabilize geçişi tahrip etti.O geçişten bir kamyon geçmeye çalışıyordu o gece...Kamyonun kasasına 44 kişi binmişti. Çoğu kadın ve çocuktu.Tarım İşletmeleri çiftliğine, koyun sağmaya gidiyorlardı.Kamyonun şoförü yolun çöktüğünü fark etmedi; araç Çırpı Deresi'ne uçtu.Kasadaki 44 kişi dereye döküldü; sürüklendiler.Kamyonun kasasına tutunmayı başaran 33 kişi kurtarıldı.Kurtarılanlar Ceylanpınar Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı.Sel sularına kapılan 2 işçi, Elma ve Hacer Kaya öldü.Halil, Ahmet, Emine ve Anuç Ete kayboldu.Zehra ve Hatun Kaya kayboldu.Naile Çorak, Fatma Merç, Halfe Ayberk kayboldu.Adları ilk kez haberlerde duyuldu.


Gece, arama kurtarma çalışmaları başladı.Dalgıçlar sabaha kadar derede işçi aradılar.Derenin Suriye tarafında da Suriyeliler çalıştı.Sonuç alınamadı.Kazayla ilgili olarak Ceylanpınar Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturmabaşlattı. Çiftlikte süt sağımı işini yaptıran müteahhit Celal Ulukayagözaltına alındı.Bu gözaltının nedeni, kurtulan işçiler konuşunca anlaşıldı.Kazazedelerden Halil Ertuğrul 10 yıla yakın süre bu işi yapmıştı.Çiftlikteki sağım işinden günde 2 lira kazanıyorlardı .Ertuğrul, "Niye çalışıyorsun o zaman" sorusuna kısa bir yanıt verdi:"Mecburum. İş yok."


Günde 2 liradan ayda 60 lira...44 işçiyi Çırpı Deresi'ne sürükleyen, 11'ini yağmur sularından bir seldeboğan ekmek kavgasının bedeli bu...İşsizlik illetine düşmüş fukaraları "Hiç yoktan iyi" tesellisiyle kandıranmüteahhitlerin ucuz işgücüne biçtikleri değer...2 demir lira...Günlerdir elimde çevirip durduğum 2 metelik...2 paralık hayatların can pahası..Harçlık isteyen çocuklara bu yazıyla birlikte veriniz.Hayat dersi niyetine...



Can Dündar

Perşembe, Şubat 22, 2007

Çay Üzerine

İnsanın en önemli ihtyaçlarından birisi sudur. Uzmanlar yanlış hatırlamıyorsam günde en az 8 bardak su içilmesi gerektiğini söyler. Muhtemelen çoğumuz da bu miktarı içmiyoruz. Buna karşın önemli bir kitlenin vazgeçemediği bir tutku var. Bu tutku ne kahve ne de kola. Tutkunun adı günde 7-8 bardak tükettiğimz çay. Çay dünya üzerinde çok eski zamanlardan beri yaygın bir şekilde tüketilen bir içecek değil ama şu anda dünya üzerinde sudan sonra en çok tüketilen içecek konumuna ulaşmış durumda. Çay üzerine yazılan yazılarda en başta hep çaya dair efsane anlatılmıştır. Ben de sizlere bu efsaneyi aktarayım:

“Zamanın birinde büyük bir imparator yaşarmış. Bu imparator çok uzak bir diyarda, Çin’de, hükmünü sürermiş. Güzel bir günün, güneşli bir öğle vakti, çiçeklerle bezeli bahçesinde dolaşırken, o zamana kadar hiç duymadığı esrarengiz bir kokuyla karşılaşmış. Bu koku öylesine hoşuna gitmiş ki, hemen yanına hizmetlilerini çağırıp, kokunun kaynağını bulmalarını buyurmuş. Meğerse koku, kaynayan bir suyun içine kazara düşen yemyeşil ve küçük yaprakçıkların haşlanması sonucu oluşmuş. ‘Kokusu bu kadar güzelse, tadı kim bilir nasıldır?’ diye düşünen imparator, çayın tadına bakmış…”

Adına çay denen ve günün vaz geçilmezi konumuna yükselen sıcak tadı 17. yüzııldan itibaren İngilizlerin tadımıyla birlikte dünya merak etmiş ve tadıca da bu lezzetten vaz geçememiş. Türkiyenin ise çayla tanışma süreci şöyledir:

Türkiye’nin çayla tanışması 1787 yılında gerçekleşir. Japonya’dan getirilen çay tohumları, ilk olarak Bursa civarına ekilir. Ancak, iklim şartlarının olumsuzluğu nedeniyle bu girişim başarısızlıkla sonuçlanır.

Buna rağmen, 1917 yılında zamanın Halkalı Ziraat Mektebi Alisi Müdür Vekilliği yapmış olan botanikçi Ali Rıza Erten, yapmış olduğu teknik çalışmalar sonucunda 16.02.1924 tarihinde Rize’de çay yetiştirilmesi için meclisten onay alır. Böylece günümüz çay üretiminin temelleri atılmış olur. 1947’de kurulan ilk fabrika ile üretim hızlanır. Bugün ülkemiz kuru çay üretiminde 5. sıradadır. Dünya çay tüketim ortalamasında da 4. sırada bulunmaktayız.

Çay yıllar içerisinde her ülkenin kültüründe yerini almış ve zamanla kültürel damak tadına göre de farklılaşmıştır. İngilizler çayı sütlü içmeyi severken bize çay ve süt kelimelerinin yanyana durması bile garip gelmektedir. Uzakdoğu ve bir çok ülkede çay demlemede porselen kullanımı önemlidir hatta bu husus çay ambalajlarımıza da yansımıştır. Bizim kültürümüzde ise çay semaverde demlenip ince belli bardakta içilince tadını bulmaktadır.

Kahvaltınızı çay olmadan yaptınız mı hiç? Yaptıysanız da pek anlam bulamamışsınızdır. Beni çayın sıcaklığını içimde demini dudaklarımda hissettmediğim kahvaltı menüsü doyurmamaktadır açıkçası. Gün içerisinde konuk ettiğimiz misafirlerle yaptığımız sohbetleri "tavşan kanı çay" ın yanında yapmazsak tadını bulamayız. Hanımlar dahi ev toplantılarına isim vermiş çayla. Çayın apayrı bir gizemi olduğunu yapılan bilimsel raştırmalar da ortaya koymaktadır: çay aşırı miktarda tüketilmediği sürece antidepresan-antioksidan etkiye sahiptir. Ama şu da unutulmamalı ki aşırı tüketimde demir eksikliğine yol açmakta ve de aşırı demlenmiş bir çayda da zararlı maddeler açığa çıkmaktadır. Haydi şimdi "tavşan kanı çay"ınızı yudumlarken bilmecemi de cevaplayın:

Al rengine bakılır
Bardaklara dökülür
Buram buram tüterken
Önünde diz çökülür..
Nedir bu?!?


Pazartesi, Şubat 19, 2007

şiir düeti

şiir dinleti vakti bengihayatta

Pazar, Şubat 18, 2007

Ah O Eski Filmler (Sadri ALIŞIK )


Hayranı olduğum birini anlatmak benim için zor olacak.. Onu televizyon ekranlarının dışında tanımadım ve artık tanımamada imkan yok.


Onu beyaz perdede de hiç izlemedim. Yaşamının son yıllarında hazırlayıp sunduğu Halk Şov’u hayal meyal hatırlıyorum.


Çocukluk sonrası dönemimde ilgiyle izlediğim Türk filmlerinde tanıdım o siyah beyaz adamı.
Bana keşke dünyaya biraz daha erken gelip onun döneminde yaşasaydım dedirten o siyah beyaz adam.. Sadri Alışık..


Dalgalı saçları, ince bıyığı, çocuksu sevinci vardı ama hepsinden önce hüzünlü bakışlarını fark etmemek mümkün değildi.


Sadri Alışık’ı anlatan yazılarda genelde şu cümleyle karşılaşılır; “Dürüst, fedakar ikinci adamı oynadı”


Aslında o bizi oynamıştı. O ikinci adam bizdik yada olmayı özlediğimiz, olmayı istediğimiz biz.
Filmlerinde temiz yürekli, gönlü zengindir. Hayatta türlü yenilgilere uğramış, ofsayta düşmüş yinede dürüstlüğünden ve saflığından ödün vermemiştir Sadri Alışık..


Ah Güzel İstanbul filminin son sahnesinde şöyle der: “Hayatta her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur”


Sadri Alışık’ın filmlerinde söylediği sözler, o sıcak sesiyle yaptığı dokunaklı konuşmalar hep hayata dair bir şeyler anlatır.


Hüznü bu kadar derin ve güzel yaşatan Sadri Alışık bir o kadar da güldürür bizi..
Turist Ömer olup hayatı dalgaya alır ama nedense Sadri Alışık denince benim aklıma siyah beyaz bir İstanbul ve hüzünlü bir adam gelir…



*Elçin AKAN

Cumartesi, Şubat 17, 2007

Ah O Eski Filmler

Ben her daim aşkı, sevgiyi, arkadaşlığı konu edinen filmlerde eski Türk filmlerini Holywood filmlerinden daha iddialı ve başarılı görmüşümdür. Bu yazımı okuyanlar belki gülecek belki düşüncemi garip bulacak ama inanın bir çok Amerikalıya bu filmleri seyrettirseniz belki onlar da gözyaşlarına hakim olamayacaktır. Ben de bizleri sinema ve ekran karşısında ağlatarak aşkı, sevgiyi, arkadaşlığı yaşatan Türk filmlerini ve sinema oyuncularını ele almaya çalışacağım.

Sinema oyuncularından biyografisiyle ve filmleriyle ilk ele almaya çalışacağım isim Sadri Alışık: onu biz hep Turist Ömer filmleri ile tanıdık ama onun birçok filimi vardı hatırlayamadığımız. Turist Ömer filmlerinde bile verilmek istenen bir konu bir mesaj hep olmuştu. Benim mesela Turist Ömer Filmlerinden önce aklıma "Ofsayt Osman" "Ah Müjgan Ah" "Arkadaşlık Öldü mü" gelir. İnşallah bugünden başlayarak zaman zaman Sadri Alışık filmlerini ele almaya çalışacağım. Emektar oyuncuyu saygıyla anmaya çalışacağız. Öncelikle bir şiiri yayınlamak istiyorum Sadri ALIŞIK'a ait:

BİYOGRAFİ

Paşabahçe’de doğmuşum
Sayı bilmişim sünnet olmuşum
Koynumda pabuçlarım
Uyanık uykular uyumuşum arife geceleri
Kamalı Bekir,Çamur Ahmet bir de Süleyman
Ayak yapıp çift kaleler kurmuşum
Cigaraya başlamış
Tertemiz yataklarda pis rüyalar görmüşüm
Tepelerde uçurtma
Sokakta şarkı
Karakollarda sabah
Ekmek karnesi çay fişi
İhtilaller görmüşüm
Kah kafa vurmuşum taşlara
Kah can evimden vurulmuş
Hanümanlar yıkmışım
Üçüncü Selim,Mustafa çavuş ve Baküs
Erik narı çiçek açmış şarkılar
Yitik baharlarımda gönlümün
Ve kıpkırmızı bir granada akşamı
İspanya'ya şatolar kurmuşum
Oklar üşüştürüp gemiler batırmışım Karadeniz'de
Sancaktepe Hadımköy'de nöbetlere kalkmışım
Daracık daracık sokaklara girmişim
Ya dostlar tutup sofralar vermişim
Ya ev bark kurup anasını satmışım
Avarelik mavarelik etmişim
En sonunda
Oyuncu olmuşum olabildiğimce...

Cuma, Şubat 16, 2007

Mümin kalp ve bir kimlik olarak milliyetçilik

LEYLA İPEKÇİ

Nuh’un (as) oğullarından biri babasına iman etmemişti. Babası kendine inananları gemiye bindirirken o ayrılarak bir kenara çekilmişti. Nuh ise oğlunun da gemiye gelmesi için dua edecek ama bu duası kabul olunmayacaktı.

Ayetin bize bu oğul için bildirdiği ise müthiş açılımlar getiriyor aile ve kan anlayışımıza (11:46): “Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir.”

Aynı kandan bile olsanız evladınız, ana babanız ‘uyumsuz’ çıkabilir. Demek ki ‘aile’ olmak için tek kriter kan bağı değildir. Kur’an’ın ifadesine göre -Peygamberimizin (sas) sünnetinde de karşılaştığımız gibi- idrak etmemiz gereken şudur: Birbirine kan bağıyla bağlı aile mensupları her zaman ‘aile’den olmayabileceği gibi, başka soydan, başka kavimden gelenlerle de pekâlâ ‘aile’ olabiliriz.
Böylelikle ırk, din, köken gibi ayrımların yalnız Allah katında değil, dünyada da pek geçerli bir parametre olmadığına varırız bir kez daha. Kalbin sırrı herkese kendi işittiği lisanda ulaşsa da, hakikat adına kimse mutlak hüküm veremez.

Hepimiz ‘aile’den miyiz?

Milliyetçilik ülkeyi sevmek için gerekli bir tanımlama olabilir. Ama bir kimlik olarak yüceltilip putlaştırıldığında, ona secde edilmeye başlandığında “Allah’ın ve Resulü’nün önüne geçmemekle, geçirmemekle yükümlü” (49:1) müminin kalbinde gizli ya da açık şirk oluşturabiliyor.

Başka her tür insani niteliği yok sayan, kan bağını kutsayan, ırkı putlaştıran, milliyeti ‘mit’leştirdikçe geri kalan herkesi düşman ilan eden bir Türklük anlayışını benimseyenler ‘Allah’tan başka ilah’ tanımadıklarını nasıl huşu içinde söyleyebiliyorlar?

Sadece slogan atarak Türk olanlar, kendileri gibi düşünmeyen herkesi ‘aile dışında’ bırakmakla aslında Nuh’a vahyedilen aile kavramına da ihanet ediyorlar. Türklüğü kan bağına indirgemekle kalmıyor, bir tehdit ve tahrik unsuru olarak kullanıyorlar. İşte tam da bu yüzden onlar için tehdit oluşturuyor zaten “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı.

Bu slogan yüzünden Ermenileşmekten korkuyorlar. “Hepimiz Türküz” diye bağırdıklarında hemen Türk oldukları için, sanıyorlar ki, “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağıranlar da hemencecik Ermeni olacaklardır.

Ülken için yararlı bir faaliyette bulundun mu, kimliğini hangi özellikleriyle ifade edebiliyorsun, yurttaşlık bilincini nasıl geliştirdin, komşunun hakkını gözetmekteki basiretin nedir? Bunlar kriter olamıyor Türklük için. İstersen katil ol, istersen yalancı, hırsız, üçkağıtçı ol, Türklüğüne bir halel gelmiyor!

Bu ülkede PKK yüzünden ölen şehitlerin sayısı artmasın diye barışı savunanlar veya faili meçhul kalacak cinayetler olmasın diye şeffaflık isteyenler ve hatta işkencede, gözaltında şaibeli bir biçimde ölenlerin sayısı artmasın diye çırpınanlar kimler? Ya da intihara yönlendirilen töre cinayetleri işlenmesin diye ortak bir direniş dili geliştirmeye çalışanlar kimler? Tek sloganla Türk olanlar mı? Yoksa ‘aile’nin başka üyeleri mi?

Mazlumun yanında olduğunu, ona yapılan kötülüğün herkese yapıldığını haykırmak için, “Hepimiz Yahudiyiz” dedi insanlık nazizme karşı. “Hepimiz Filistinliyiz” dedi yerine göre. Kürşat Bumin’in hatırlattığı gibi; kimi zaman da bizzat Almanlar “Hepimiz Türküz” dedi. Almanya’da Türk göçmenleri yakan dazlaklara karşı.

Irk, kan, köken gibi zihnimizi bölen tanımlamaların ötesinde üretilen ortak bir insanlık diliydi bu. Kalbin diliydi. “Bir kişiyi haksız yere öldürenin tüm insanlığı öldürdüğü”nün söylendiği ayeti hatırlayın. Ermeni olduğu için öldürülen Hrant’la birlikte aslında hepimizin öldüğünü söyledik. Böylelikle kalplerimizden bağlandık birbirimize. Ve yeniden ‘aile’ olduk.

Irak’ta, Lübnan’da kışkırtılmaya çalışılan mezhepler savaşı veya Türkiye’de kaşınmakta olan etnik kimlikler çatışması bir kez daha Osmanlı’yı parçalayan milliyetçilik akımları gibi siyasi bir temaya oturtuluyor giderek. Aynı tuzaklara sonsuza dek düşmeye devam mı edeceğiz? Müslüman, laik, Türk, Kürt, Alevi, Ermeni… Her seferinde bir başka kimliğimiz hassaslaştığı sürece daha kaç kez düşürecekler bizi birbirimize?

Mazlumun ırkı, kökeni yoktur

Bazılarına göre, Türklerin uluslararası arenada elini zayıflatıyormuş “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı. Diyorum ki: Biz Irak’taki savaşa karşı çıktığımızda Saddam yanlısı olmakla suçlanacağımızı biliyorduk. Ama vicdani duruş sergilemek bu işgale karşı tek silahımızdı. Siyasi tuzaklara aldırmadık. İsrail’in Lübnan’ı yerle bir ettiği günlerde Lübnan sınırına gidip saldırıyı protesto ettiğimizde ise Suriye yanlısı ilan edildik. Yine aldırmadık. Bizi bölmeye çalışan emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmeyelim derken nasıl vazgeçebiliriz haksız bir biçimde canına kıyılan Hrant’a karşı sorumluluğumuzdan.

Yine bu sloganın Ermenilerin taleplerini cesaretlendirdiğini söylüyorlar. Bir kez daha siyasi bir manevra uğruna vicdanın üzerini örtmek değil midir bu? Zulmedene karşı çıkarken nasıl kanına ve ırkına göre zalimi ayırmamışsak, mazlumu da ırkına, kanına göre ayıramayız.

İşte tam da bu yüzden “hepimiz Ermeni” olduk Hrant’ın katledilişi karşısında. Ve bu duruş, Ogün Samast’la özdeşleşip “Hepimiz katiliz” dercesine beyaz bere takan ve Türklük naraları atan ‘milliyetçi’lere nazaran bizi daha çok ‘aileden Türk’ kılmıştır kuşkusuz. l.ipekci@zaman.com.tr

*alıntıdır.

Perşembe, Şubat 15, 2007

Çiçeğin Yağmura Aşkı

Erişilmez bir uçurumun kıyısında, senden başka kimsenin farkında olmadığı bembeyaz bir çiçektim ben. Sen ise, dört mevsim özlemini çektiğim yağmur. Üstüme yağışını severdim, yapraklarımdan aşağı akışını, her damlanı içime çekişimi severdim. Bedenimde seni hissedişimi. Her damlan alıp götürürdü beni adını bilmediğim, tanımadığım yerlere...

Sen yağınca susuzluğum dinerdi, biterdi kimsesizliğim, dağılırdı ürpertilerim. Serin bir meltem değip geçerdi yapraklarıma. Dünyalar benim olurdu, uçardım sevinçten. Günlerime, gecelerime; hiç kimsenin bilmediği, fark etmediği sıcak bir sevgi dolardı. Sıcak bir sevgi dolardı yüreğime. Her çocuğa gülümserdim; her kuşa, her kelebeğe, her arıya gülümserdim...

Erişilmez bir uçurum kıyısında rüzgarlara ağıt yakan, yalnız ve boynu bükük, bembeyaz bir çiçektim ben. Sen, bakışlarında sevdalar gizleyen, sevdalandığım, gözleri menekşe rengi küçücük bir kızdın.. Adına Seher demiştim, adına sevda, adına umut. Sevdam, umudum her şeyimdin. Günüm, günaydınım, günaydınlığım seninle başlardı. Tek sevenim, tek sevdiğimdin. Yağmurumdun sen; kurak günlere, ayaz gecelere inat. Hiç bitmeyen bir umut, özlem ve hazla beklerdim seni. Gelmediğin zaman boynumu büküp, kapar gözlerimi seni beklerdim. Özlemin umudum olurdu, umudum özlemin. Beklerdim, beklerdim bıkmadan, usanmadan...
Çünkü seni seçmiştim ben, sevdam, arkadaşım olarak. Sevdanı yüreğime nakış nakış işlemek için. İşlemeliydim ki, fırtınalar, boranlar içinde bile olsa kardelenler gibi açmasını öğrenmeliydim...

Umudumun bitip tükendiği anlar da oldu elbette zaman zaman. Seni beklerken, bekleyişin işkenceye dönüştüğü zamanlar da olurdu. Günlerin yıllara döndüğü zamanlar olurdu. Ama hiç şikayet etmedim, şikayet etmedi yüreğim. Çünkü seni delicesine seviyordum ve bu sevgimle mutluydum. Özlemine zor da olsa katlanıyordum bir umutla.

Sen beyaz bulutlarla gelirdin, bembeyaz gelinlikler içinde. Hayran hayran bakardım sana. Sen gelince ardından gökkuşağı gelirdi. Gökkuşağına dönüşürdün rengarenk. Her renginde umutlarım vardı, hayallerim vardı. Canlı, cansız tüm varlıklar kıskanırdı güzelliğini... Sen, hayatıma kattığım canım, gözbebeğimdin. Ben de senin cançiçeğindim. Gözlerime dolan bulut, üzerime yağan yağmurdun sen. Toprağa saçtığım umudumdun. Havaydın, hayattın, suydun, sevgime bandığım gülaydınlığımdın, günaydınımdın...

Yıllar sonra şimdi yine bekliyorum seni, bir umutla. Ama artık azalan hatta tükenen bir umutla... Ömrümün bütün dilimlerine kar yağıyor şimdi. Kar da beyaz ama ben yine de direniyorum. Çıkıp gelmeni, üzerime yağmanı bekliyorum. Bir zemheri mevsimiydi ayazda bırakıp gitmiştin hayallerimi. Bak yine zemheri. Dağlara kar yağıyor ama sen yoksun. Sen yoksun, acılara özlem yağıyor... Bak, kar yağıyor üstüme, iliklerime dek üşüyorum. Yine de yüreğimde ateşler yakıyorum. Dönersen ellerini ısıtırsın diye...

Unutmuşum, içimdeki umutların beyazlığını... Unutmuşum mavi, yeşil, al renkleri... Ne zaman bir yağmur sesi duysam, ne zaman bir su sesi, içimde sevgiler kanar, pınarlar kanar benimle. Sonra sen gelir dökülürsün içime, sen gelir dökülürsün gözlerime, kirpiklerim dökülür yollara. Gülaydınlığın doğar üstüme. İşte o zaman dağ dağ özlem kesilirim, bulut bulut, hüzün hüzün..

Gel... Gel ki, sarı papatyalar açsın, kır gülleri, kır menekşeleri, kırkkanatlılar açsın. Yol alsın umuda nazlı cerenler, ceylanlar, karda boranda yolunu yitirenler. Gel can gelsin solmuş anılara. Boşalsın sicim sicim gözyaşları, ırmak olsun susuz kalmışlara; kardeş olsun dostluklara, yüreğimdeki merhamete... Gel... Gel ki, sevginle anlam bulsun duygular, gözlerimden toprağa düşen damlalar....

Gelmeni istiyorum biten umutları, yiten sevdaları diriltmen için, solan yaprakları yeşertmen için.

Tüm ümitlerin tükendiği anda çıkıp gelmeni, üzerime yağmanı bekliyorum. Bu sitemdir sanma. Bil ki, gelmezsen solup gideceğim, bitip tükeneceğim. Bir daha bir daha hiç bir mevsim açmayacağım çiçeklerimi, gülümsemeyeceğim gül yüzlü çocuklara, gül desenli baharlara, kırlara, ceylanlara... Gel!.

İLETEN: KEVSER

Çarşamba, Şubat 14, 2007

bu güne özel (idil üner - im juli)

AŞK HER ZAMAN


Yaşamın ikinci baharında da yabancı gözlere aldırış etmeden elele yürüyebilmek olmalı aşkın gerçek anlamı. Herkes önce kendini sevsin diyorum. Bugününüz ve tüm ömrünüz sevgi sağnağında geçsin....

Salı, Şubat 13, 2007

BENGİHAYAT RADYO

Bengihayat radyo dün ilk kez 2 saatlik bir yayın gerçekleştirmiştir. Yayınlar genelde akşam saatlerinde olacaktır. Yayınlar sitenin altında yer alan flatcast bölümünden Active x denetimi yüklendikten sonradinlenebilecektir. Arşivimizde bulunduğu sürece ve de yayınla uyumlu olduğu sürece eserler yayınlanmaya çalışılacaktır. Umarım memnun kalırsınız.

Perşembe, Şubat 08, 2007

dosya araklamak

*http://www.gencavukatlar.org/ayrinti.php?kayit_id=4062 adresinde okudğum bir haberi sizlerle paylaşmak istedim

Yargılandığı davanın dosyasını incelemek bahanesiyle adliyeye giden avukat M.P., kalem müdürünün dalgınlığından yararlandı ve dosyayı çalarak kayıplara karıştı. Tüm aramalara rağmen bulunamayan M.P. ve kalem müdürü hakkında soruşturma başlatıldı.

İstanbul Barosu avukatlarından M.P., Bakırköy Adliyesi`nde yargılandığı davadan hakkında ceza çıkınca çareyi adliyeye gidip dosyayı kaçırmakta buldu. Savcılık hem avukat hakkında hem de dosyayı veren kalem müdürü hakkında soruşturma başlattı.

Avukat M.P., Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi`nde `görevi kötüye kullanma` suçundan yargılanıyordu. Mahkemenin kalemine dosyaya bakma bahanesiyle gelen M.P., dosyasını çalarak kayıplara karıştı. Bakırköy Adliyesi`nin çalkalanmasına sebep olan şaşırtıcı olay önceki gün meydana geldi. İddialara göre olay günü M.P., 4. Ağır Ceza Mahkemesi`ne gelerek yargılandığı davanın dosyasını incelemek istedi. Kalem müdürü de kendisine dosyayı verdi. Dosyayı inceleyen M.P., davada kendisine ceza çıktığını gördü. Bunun üzerine M.P., yanında getirdiği temyiz dilekçesini dosyaya koymak istediğini söyledi. Bu sırada müdürün dalgınlığından faydalanarak, dosyayı alıp ortalıktan kayboldu. Arkasını döndüğünde avukat ve dosyanın yerinde olmadığını gören kalem müdürü, durumu hemen adliye polisine bildirdi. Avukat ilk etapta çay ocağı ya da adliyenin barosunda olabileceği düşünülerek oralarda arandı. Ancak avukat ve dosya bulunamadı. Bunun üzerine kalem müdürü hemen tutanak düzenledi ve avukat hakkında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı`na suç duyurusunda bulundu. Hukukçular Derneği Başkanı Avukat Hüsnü Tuna, bu tür bir hamlenin Yargıtay temyizinin lehine gelişmesi için yapılabileceğini söylüyor. Tuna, `Karar çıkan bir dosyada temyiz yolu açıktır. Yargıtay, belgelerin asıllarına önem verir. Asılları kaybolan dosyalarda çelişkiler oluşur ve bu da dosyanın bozulmasına sebep olabilir.` dedi. Avukat Zeki Bulgan da, ceza dosyalarında kaybolan belgelerin tekrar düzenlenmesinin güç olduğunu belirterek bu girişimin delilleri karartmak amacıyla yapılabileceğini ifade etti.

Pazar, Şubat 04, 2007

FOTOĞRAFIN DİLİ (UĞURLUGİLLER)




KAHRAMANMARAŞ 2300M ULUDAZ ZİRVESİNDE UĞUR BÖCEKLERİ.MİLYONLARCA.

*alıntıdır....

Cumartesi, Şubat 03, 2007

Muhteşem bir hayat

Kendimizi yararsız buldugumuzda cok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.

Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.

Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır. Değersiz bulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.

Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğrasırken "niye" diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu, neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gercekleşmedi? "

O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderi yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabi hakettiğimize inanırız.

İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden, beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.

Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu insafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.

İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebep.

Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz, kusurun bizde oldugunu da kabullenebiliriz, yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun.

Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inaniriz.

Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalariz bu kez de...

Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz, eglenceli mi değiliz?

Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi, bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgele açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsa bilerek hedef al biri yapacaktır.

Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır.

Neden varsa çare vardır çünkü.

Ama nedensizlik. ..

Bu öldürücüdür.

Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.

Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık.

Çok uzun yıllar önce...

Sığırcıkk sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris'te küçük bir sinemaya girmiştim.

Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik.

Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.

James Stewart'la Donna Reed'in başrollerini paylaştığı film başladı.

Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.

Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.

Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.

Ama işler iyi gitmiyordu.

Borçlar birikmişti.

Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.

Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.

Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.

Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.

- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.

Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek düşüyordu.

O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.

Görevi ise çok zordu.

Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkısıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.

Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'i sulardan çıkarıyordu.

Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtigi bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.

Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.

Kimse Stewart'i tanımıyordu.

Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.

Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.

Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.

Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaslı kızdı.

O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.

Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafina bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.

Ona anlatmaya başlıyordu.

- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...

Kardeşim ne zaman oldu, diye soruyordu Stewart.

- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın. .. Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hic doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadi... O çocukken öldü.

- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?

- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.

- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?

- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti.. . Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o insaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.

Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla degiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde onemi olduğunu görüyordu.

Tavana asılmış, birçok degişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve oyuncak donup durur.

O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz.

Oyuncak kımıltısız kalır.

Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldiginizda hayatin dönüşünü etkilediğinizi, bircok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.

Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.

Stewart, o yaslı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerceği görünce intihar etmekten vazgeciyordu.

Kendisine o kadar manasız ve değersiz gozuken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.

O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine donuyordu.

"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir "cin" sesi duyuluyordu.

Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.

Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.

Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düsünürüz.

Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gercekleşmediğini merak ederiz.

Cevaplar ararız.

Bulamayız genellikle.

Cevaplar vardır aslında.

Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.

Birçok hayatı aynı anda kımılldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.

Eger Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz kendimize de hayata da başka türlü bakardık.

Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçeklestiğinde nasil bir hayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi icin dua ederdik.

Bu muhteşem bir hayattır.

Cevabi ve sırrı kendi içinde saklıdır.

Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.

Bazen rolumüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir.

Ahmet Altan

Cuma, Şubat 02, 2007

İÇİMİZDEKİ YABANCILAR

Son zamanlarda iki önemli fotoğraf var gündemde yer tutan. Bunalrdan birincisi gazeteci Hrant Dink'in yerde sırtüstü yatar vaziyetteki cesedinde ayaklarını ısıtsın diye giydiği ayakkabılarının tabanı delik halinin fotoğrafıydı. Bu fotoğraf çok ön plana çıkarıldı. Anlaşılan herkes Dink'i maddi olarak çok büyütmüş ve belki de sürekli olarak Ermeni diasporasından yardım aldığını düşünüyordu. Bu düşünce yanlıştır veya doğrudur bilmiyorum. Ama bir gerçek var ki bir insanın sürekli göz önünde olması onun on çift ayakkabısı olacağı anlamına gelmez ve onun ayakkabısının altının delik olması onu acımacak duruma sokmaz. Dink belki de vurulmasa idi o gün ayakkabısını tamir ettirecek veya yeni bir ayakkabı alacaktı. Ama bu olay olmasa idi bilmeyecektik bu ayakkabıları. Ayakkabılar hep boyalı ve bakımlı idi, kimse altını merak etmedi.

Gündemi şu sıralarda meşgul eden ikinci fotoğraf ise Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz'e ait . 28.01.2007 tarihinde Wolfowitz ülkemizde temaslarda bulunduğu sırada Selimiye Camii'ni ziyaret etmiş ve mecburiyetten ayakkabılarını çıkarmıştır. Ayakkabılar içinde gizlenen baş parmağı delik çorapları görünce tüm dünya hayretlaer içerisinde kalmıştı. Yabancı basının bu konudaki yorumları kayda değer olarak " kendisine 3 dolara kıyıp çorap alamayan kişiden para konularında tavsiye alır mıydız? " şeklindeydi. Türkiye'de bu haberin devamı da vardı : Wolfowitz camii çıkışında Selimiye Arastasında gördüğü iki kolyeyi beğenmiş kızları için almak istemiş tutarı olan 275 YTL çıkışmayınca korumalarından borç istemiş. Wolfowitz yıllık yaklaşık 400 bin dolar gelire sahip ve Dünya Bankası adına yılda 20 milyar doların kredilendirmesini yapıyor ve malesefki belki de yetiştiği kültürün etkisi ile her daim ayakkabı ile dolaşmanın verdiği cesaretle ve de yatırım cimriliği ile çoraplarına hassasiyet göstermemektedir. Evet bizlerin de çorabı delinebilir, kaçabilir ama bunun görünmemesi için elden gelen yapılır. İyi düşünüce yabancı basının yorumunu çok daha iyi okumalı diyorum.

(merak edenler için : http://www.youtube.com/watch?v=j8_byG0KEy0 )