Cumartesi, Mart 31, 2007

Gül Medeniyetinin Müstesna Gülü




Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz



Hilkatin Fâtiha'sı, nübüvvetin hâtimesi, ins ü cinnin peygamberine selamdan sonra,
Varlık güzeline Gül diyeceğiz biz, Gül çağında ıtırlarını duymak için...
Beşeriyet bütün zaman ve mekan boyunca Gül'ü bilememenin ve Gül'ü sevememenin ıstırabıyla kıvrandı ve büyük hakikat şu ki başını nereye vursa o Gül'den başka Gül bulamayacak, Gül'ü örnek almadıkça ete kemiğe bürünmüş feryadından kurtulamayacaktır. Eller nakış nakış, desen desen Gül'ü dokur çünki, kağıtlar renk renk, deste deste Gül'ü okur. Gül'ün ıtırlarında bülbüller yaşar aşk ile, ve aşk ile renginin şulesinden pervaneler düşer. Kimin eline değerse Gül, elleri Gül kokar onun. "Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır / Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi" der Sezai Karakoç'un ağzından Ka'b b. Züheyr, ve o günden sonra bürdesini giyer Gül'ün. Çelikten büklümler erir Gül'ün yapraklarında.
"Eğer Gül'ün vasıflarının şerhini devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez." der Mevlana. Lisan ve kalem Gül'ü hakkıyla anlatamaz, bunu herkes bilir. Bilir de Asr-ı Saadet'ten bu yana sayısız kalemler Gül'ü yazar ciltler ve kütüphaneler dolusu; hesaba gelmez lisanlar Gül'ü söyler manzumeler ve şiirler boyu.
Şimdiye kadar neler söylenmedi Gül hakkında, neler yazılmadı. Yazmakla bitirilemedi ve bitirilemeyecek. Adına na't dediler Gül'ü anlattılar; tazarru dediler, Gül'e iltica ettiler. Siyer dediler hayatını söylediler, şemail dediler vasıflarını sayıp döktüler. Hilye yazdılar yakınlıklarını ifade için, mi'raciye dizdiler şanını tebcil için. Besteler yaptılar Gül terennümünde, İlahiler söylediler Gül deminde. Na'tî diye mahlas kullandılar, divanlar doldurdular; adını anarak başladılar mesnevilere bir bakışına mazhar olmak için. Aherli kağıtlara döküldü bin bir harf düz ve eğik, Gül'ü yazmak için yarıştı gubari ile şikeste ta'lik. Hamdullah'tan Hâmid'e harf başına şükür diye yazdı divitler; Levnî'den Osman'a tel tel renk verdi çivitler. Ne yana baksa Gül'den bir iz görür gözler, ne yöne dönse Gül'ü özler, geceler ve gündüzler. Eşya ve varlık Gül için vardır ve Gül, eşya ve varlık olur serâpâ. Bir milyon adı varsa aşkın, bir eksiğiyle hep Gül'den alır ilhamını. Kağıt, kalem ve kitap... Söz, kelam ve hitap... Her suret ve her şekilde Gül'e mahkum. Nitekim kimiler Gül dediler, ömür boyu Güldüler; kimiler Gül dediler, Gül uğruna öldüler.
Gül'ü anlatmayan dil ne söyler ki efsaneden başka!.. Gül harflerinden Gül söylemeyen kelimeler gerçeği olmayan isimlerden öte nedir ki?!.. Gül kokusu taşıyan bilgi canda ışık; Gül destesi götürmeyen kervan bedene kuru yüktür.
Gül hakkında en müstesna sözleri Divan şiiri söylemiştir. Türk şairlere özgü bir tür olan Hilye'lerden siyer kitaplarına; mevlidlerden mi'raciyelere; divanlar ile her türlü mesnevilerin başında Tevhid ve münacaatlardan sonra yer alan na'tlardan düzyazı eserlerdeki hamdele ve salvele bölümlerine varasıya kadar hep "önce Gül" der kalemler. Divan edebiyatının Gül hakkında söyleyecek sözüne hadd ü pâyân mı bulunur? O şairler ki kitapları yahut sözlerinin, en başında O'nun adını anmakla korunabileceğine inanmışlardır. Bir divan şairinin, kendini şair saydırmak, yahut şairliğinin kanıtı olan divanını tertib etmek için yazması gereken şiirlerden biri de Gül hakkında inşad edeceği kasidesidir.
*
Hz. Peygamber'den bahseden manzumeler belli bir konu sınırlaması içinde düşünülemezler. Risalet, hicret, mucizeler, din yolunda çektiği sıkıntılar, ümmetine va'd ettiği şefaat, özel bir kıssasının anlatımı vs. hep divan şairinin konuları arasındadır. Ancak daha da önemlisi na'tlardır ki divan şairine, Gül'e karşı beslediği duygularını dile getirme fırsatı verir. Beşeriyetin en hayırlısına, varlığın en şereflisine karşı gösterilen bu sevgi ve saygı, şairin dilini ve yolunu aydınlatır hiç farkına varmadan, kelimelerini birdenbire güzelleştiriverir. Bütün divan şiiri ürünleri içinde dilin en güzel ve sanatlı kullanıldığı manzumeler, yalnızca ve yalnızca na'tlardır. Bunun sebebi, şairin içinden geldiği şekilde anlattığı Gül aşkıdır, Gül'e bende olmanın samimiyetinden kaynaklanan sanattır. Allah'a yakınlık bakımından hiç kimse nasıl Efendiler Efendisi'ne ulaşamazsa, şair de peygamberine ulaşma yolunda kimse kendisine ulaşamasın ister. O'nun erdiği makama nasıl kimse erememişse, O'na yol alırken de kimse şaire yetişemesin ister. Bu şiirlerden pek çoğunun özel gün ve gecelerde okunmak üzere bestelenmesi, onların halk tabakaları arasında da Peygamber sevgisini çoğaltıcı eserler olarak yaygınlaşmasını sağlar çünki.
Evrenin en güzel Gül'üne yazılan müstakil eserler içinde en yaygın okunanı hiç şüphesiz Süleyman Çelebi'nin "Vesîletü'n-Necât (Kurtuluş vesilesi)" adıyla bilinen Mevlid'idir. Bunu Hakanî Mehmed Bey'in Hilye'si (Hz. Peygamber'in suret ve siret güzelliklerinin anlatıldığı eser), sonra da Nâyî Osman Dede'nin Mi'râciye'si izler. Bu üç eser de zamanla musıkî formunda okunmuş ve çağlar boyu geniş halk kitleleri tarafından sevilerek Türk kültürünü yönlendirmiştir. Na'tlar içinde Nazîm'in küçük bir divan oluşturacak kadar çok sayıdaki maznumeleri ile Fuzulî'nin Su Kasidesi, Nabî'nin coşku dolu dizeleri, Şeyh Galib'in müseddes tarzında yazdığı muhteşem eseri, Nef'î'nin "sözüm" redifli kasidesi ilk akla gelebilecek olanlardır. Çok sayıda na't yazdıkları için Na'tî mahlasıyla bilinen Na'tî Mehmed, Na'tî Ahmed ve Na'tî Mustafa efendiler de Gül'e olan aşkı doruğa ulaştıran, fanilerin söyleyebileceği en müstesna sözleri söyleyen şairlerdir. Bu arada değişik şairlerin na'tlarının derlenmesiyle oluşturulmuş Nu'ût-ı Nebeviye mecmualarını da hatırlamak gerekir.
Na'tların gazel tarzında yazılanları da vardır elbet. Bunlar genellikle vezin yönlendirmesiyle şekil bulan ve 4 mefâîlün kalıbıyla yazılıp "...yâ Rasûlallah" redifiyle sona eren gazellerdir. Bu tür na'tlar içinde Zekâî Mustafa Dede'nin,
Garîk-i bahr-i isyânem şefâat yâ RasûlallahEsîr-i nefs-i nâdânem şefâat yâ Rasûlallah
beytiyle başlayan kısa na'ti gibi manzumeler XVII. yüzyıldan itibaren sıkça görülür. Leyla Hanım'ın,
Alîl-i derd-i isyâne devâsın yâ RasûlallahBize sûy-ı cinâne reh-nümâsın yâ Rasûlallah
dizeleriyle başlayan na'ti, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey'in,
Ser-i kûyunda kemter hâk-i râhım yâ RasûlallahNesîb-i âsitânındır penâhım yâ Rasûlallah
ve Musahip Mustafa Paşa'nın,
Hevâ-yı nefse cânım mübtelâdır yâ Rasûlallahİşim hep çcümleten cürm ü hatâdır yâ Rasûlallah
matlalı gazelleri bu tür na'tların en ünlüleridir. Gazel tarzında olup hakkında menkıbevî rivayetler de bulunan bir şiir de Nabî'nin na'tıdır. Onun hac seyahatinde Medîne'ye varmak üzereyken söylediğine inanılan ve şehre girdiği esnada Mescid-i Nebevî müezzinlerinin hep bir ağızdan kerameten okudukları menkıbevî üslupla anlatılan şiir şu beyitle başlar:
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır buNazargâh-ı İlahî'dir makâm-ı Mustafâdır bu
*
Bütün bunların dışında, Gül'den bir vesile ile bahsedecek olan şair için ilk başvurulacak kaynaklar, mucizelerdir. Efendiler Efendisi'ni hastalıkların devası, cennet yolunun klavuzu, Allah'ın Habîbi olarak gören şair, O'ndaki beşeriyet kadar nebeviyeti de söz konusu etmekten hoşlanır; yüceliğini dile getirmek için sık sık mucizelerden bahseder. Fenâyî'yi dinleyelim mesela:
Et kıyâs parmaklarından mu'cizâtın gayrı besÇeşme akdı her birinden eyleyip şakku'l-kamer
Demek ister ki: "Sen O yüce peygamberin mucizelerindeki ihtişama bak ki, yalnızca parmakları bile her birinden çeşmeler akıttı, ve şehadet parmağıyla ayı ikiye böldü." Hudeybiye'de Ashâb'ın çok susadığı bir anda Efendiler Efendisi son tastaki suya bir elini sokup diğer elinin beş parmağından beş çeşme gibi su akıtmış ve ashab hem abdest alıp hem kana kana içmişlerdir. Keza Mekke müşrikleri kendisinden mucize istedikleri vakit şehadet parmağıyla işaret edip ayı ikiye yarmıştı, hani İslam tarihleri ve siyerlerin şakku'l-kamer diye zikrettikleri mucize. Şair Gül'ün yalnızca parmaklarından sadır olan mucizelerinin bu derece büyük olduğunu, diğerlerine sıra gelirse anlatmaya kelimelerin yetmeyeceğini ancak bu kadar güzel anlatabilir değil mi?!...
Divan şairi Gül'den bahsedeceği zaman O'nu eşref-i mahlûkât, cihan bağının nadide çiçeği, varlığın evveli ve âhiri, şefaatin kaynağı, mahşer gününün efendisi, ahsen-i takvîm, güzel ahlakın tamamlayıcısı gibi sayısız vasıfları bir anda sıralayıverir. Bütün amaç Gül'den şefaat istemektir ya hani, bunun için sık sık O'ndan bahseden âyetlere ve kudsî hadislere müracaat eder. Bu durumda ayetler genellikle şiirdeki vezin zaruretini de beraberinde getirir ve tamamı yerine bazı ibareler şeklinde zikredilir. "Ahsen-i takvîm, kaabe kavseyn ve ev ednâ, leamrük, lî-maallah, Kâf u Nûn, Tâhâ ve Yasîn, mâ zâğa'l-basar, Sidre ve müntehâ, rahmeten li'l-âlemîn, tarfetü'l-ayn" gibi ibareler bunlardandır. Şu beyit Nesîmî'ye aittir:
Vasfını "Ve'n-Necmi" "Ve'ş-şemsi" "Tebârek" söylediŞânına "Tâhâ" vü "Yâsîn" geldi Hak'tan beyyinât
Hz. peygamber'den bahseden hadisler de zaman zaman divan şairlerinin konuları arasına girer. Bunlardan en ünlü olanı "levlâke levlâk" sırrını taşıyan hadis-i kudsîdir. Bunu "ene efsah" ve "medinetü'l-ilm" gibi ibarelerin geçtiği hadisler takip eder. Beyti Şeyhülislam Yahya'ya söyletelim:
Sana mahsûs lutfudur Hakk'ınTâc-ı "Levlâk" u taht-ı "Ev ednâ"
Gül'ün şanı söz konusu olunca tasavvufî divan şairlerinin en ziyade andıkları kelime "muhabbet"tir. O ünlü beyitte olduğu gibi:
Muhabbetten Muhammed oldu hâsılMuhammed'siz muhabbetten ne hâsıl
Ebced geleneği bile Gül hakkında abidevî bir beytin doğmasına kapı aralamıştır:
Aman lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdirAnınçün âşıkın zikri "amân"dır yâ Rusûlallah
"Amân" ile "Muhammed" isminin ebced karşılığı 92 eder. Buradan âşıkın "amân!" diye her haykırışında aslında Hz. Peygamber'i anmak istediğinin söylenmesi ne kadar da şairane bir buluştur. Hezâr gıbta!..
*
Burada divan şairinin iman cephesinden İslam'ın varlık sebebi olan Gül'e bakışındaki genel kabulleri vermeye çalıştık. Şimdi en başa dönelim ve bir Gül olarak, Gülde bir remz olarak, teri Gül kokan, yüzünde Gül, ağzında gonca görülen Efendiler Efendisi'nden Güle yansıyan ilham dolu birkaç beyit ile sözü tamamlayalım. Böylece bütün Türk coğrafyasını doldurarak bir aşka dönüşen Gül medeniyetinin aslında bir iman ve aşk medeniyeti olduğunu anlayalım.
Dicle'nin serin yamaçlarında gözyaşlarını ikindi sularına karıştırarak Kıble'ye yönlendiren bağrı yanık şair hasretini anlatıyordu ve o Fuzulî idi:
Suya versin bâğbân Gülzârı zahmet çekmesinBir Gül açılmaz yüzün teg verse bin Gülzâre su
Sultan, rüyalarının sevgilisine Gül rölyefleriyle başı üzre yer vermek için sorgucunu O'nun ayak izinden yaptırıyor ve üzerine şu dizeleri nakşettiriyordu; o dahi Sultan Ahmed idi:
Nola tacım gibi başımda götürsem dâimKademi nakşını ol hazret-i şâh-ı rüsülünGül-i Gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidirAhmedâ durma yüzün sür kademine o Gülün
Ve sultanın mürşidi -ki adına Hüdâyî denir- her yüzde Gül'ün aşkını okumaktaydı:


Gül ağlama Gül bize


Ele diken Gül bize


Gül olanın yüzünde


Gül açılır Gül bize


Ve bugün biz, bir çağa geldik, Gül için feryâdlar çağına:



Güle gûş ettiremez boş yere bülbül inler


Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler



Şikayet değildir kasdımız Gül'e, cür'etimiz içimizin yanışından. Gülistanlarda savaşlar var bugün Gül'üm ve bülbüllerin kurşuna dizilip kefensiz gömülüyor artık. Hiç bugünkü kadar yakışmadı Kâbe'ne siyahlar ve biz seni hiç bugünkü kadar özlemedik. Varlığa bir Gül ise sebep, kokusundan ya renginden nasıl duralım ayrı.
Ebedî Gülşeninde tek ayak üzre duracak bir yer de vermez misin bize Gül'üm?!..


Cuma, Mart 30, 2007

Kandil



Kandil andınlanma aracı, aydınlatıcı demektir. Kandil olarak adlandırdığımız mübarek günler bengi bir aydınlık vasıtası oluyor bize. Bugün de Mevlit Kandilini idrak ediyoruz.; yeryüzünün karnlık bir zamanında 1434 yıl önce getirdiği mesajla insanlık âleminin hem dünyasını hem de ahiretini aydınlatan Peygamberimiz'in doğum günü.

1434 yıl önce Arabistan vahasından bir güneş doğdu batmamak üzere yeryüzü alemi ve ötesine . Bizler; doğan bizi aydınlatan güneşin her hüzmesinden istifade etmeliyiz o güneşi iyi bilmeliyiz ve bu güzel günleri en iyi şekilde idrak etmeliyiz.

Tüm Yeryüzü Aleminin Mevlit Kandili Kutlu Olsun.

Cumartesi, Mart 24, 2007

Oğlum, senin adın Ağaç; fakat odun olan benim!

Ağaç, bir Ege köyünde doğmuştu. Köyün tamamı nesillerdir zeytincilikle uğraşıyordu. Annesi-babası, dedesi, dayıları ve amcaları da zeytinciydi. İlköğretime başladığında bir taraftan da zeytincilikle ilgili işlere yardım ediyordu.

Bir cumartesi günü babası Ağaç'ı da alarak bir iş için İzmir'e gitmişti. Bu seyahatlerinde işleri bitince Ağaç'ı bir sinemaya da götürmüştü. Köylerinde o yıllarda televizyon bile olmayan Ağaç, sinemaya hayran kalmıştı. Sürekli sinemayı düşünmeye başlamıştı. Gazetelerden sinema haberlerini derliyor; onları bir deftere yapıştırıyordu. Ortaokul başladığında İzmir'deki uzak akrabaları ziyaret bahanesiyle İzmir'e gidiyor ve sinema izliyordu. Bütün bu sinema düşünceleri, sonunda onu film yapma fikrine getirdi. Ailesi ve tüm köylüler gibi zeytinci olmayacaktı. Onun bu tutkusunu köydeki herkes öğrendi.

Babası ona müthiş kızgındı. Onu son derece hayalperest buluyordu. Ağaç ise kendi kafasında sürekli senaryo öyküleri kuruyordu. Onu bu konuda bir tek lisedeki edebiyat öğretmeni ile birkaç arkadaşı destekliyordu. Birkaç arkadaş biraz çalışıp biraz para biriktirip İzmir'de bir elektronik eşya tamircisinden kullanılmış bir kamera aldılar. Köy yerinde sürekli Ağaç'ın senaryosunu kurduğu filmleri çekmeye çalışıyorlardı. Ne var ki, kaset alacak paraları ve imkanları bile yoktu. Ellerindeki üç-dört kaset bitince film çekim işleri bitiyordu. Sonra tekrar İzmir'e gidilmeli ve alınmalıydı. Babası bir gün Ağaç'ı köşeye çekip elinde bir sopayla, "Bak çocuk anlamıyorsun; sinemacı, yönetmen mönetmen olamazsın sen. Benim gibi bir çiftçi olacaksın. Aile işimizi sürdüreceksin. Tıpkı benim babamın yaptığı gibi, tıpkı ağabeyinin yaptığı gibi." dedi. Sonra da sopayı kaldırıp var gücüyle arkasındaki masada duran kameraya indirdi. Sonra da yere yığıldı. Adam stresten olsa gerek kalp krizi geçiriyordu. Bir arabaya yükleyip hastaneye kaldırdılar. Ağaç, o kadar üzgündü ki; sanki babasına kalp krizi geçirtiyordu. Annesi, akrabalılar ve diğer köylüler hep Ağaç'ı suçluyorlardı. Onun hayalperestliği babasına kalp krizi geçirtmişti. Babası uzunca zaman çalışamayacaktı. Kalp krizini bir beyin kanaması takip etmiş, beyin felci başlamıştı. Film işleri çoktan bitmişti.

Ağaç, okulu da bıraktı. Ailenin çiftlik işlerinde çalışmaya başladı. Doğum gününde birkaç arkadaşı ve edebiyat öğretmeni bir araya geldiler. Edebiyat öğretmeni ona bir kitap hediye almıştı. İki ciltlik "Senaryo ve Yapım" isimli bir kitaptı bu. Üstüne de bir not düşmüştü: "Hayallerinin peşine düşmeyi bırakanlar, fiziksel olarak ölmeden çok önce ölmüşlerdir." Ağaç, bu satırları okuduğunda gözyaşlarına boğuldu. Bir Ege kasabasından bir çocuktan yönetmen nasıl olacaktı ki?.. Neredeyse babasının katili sayılan bir çocuktan. Ancak Ağaç, yeniden okula başlamaya karar verdi. Babası da iyileşmişti.

Yine para biriktirip ikinci el bir kamera daha aldı. Bir kısa film yarışması düzenlenmişti. Ona katılmaya ve "Sinema Aşkı" diye bir film yapmaya karar verdi. Film şöyle başlayacaktı: İzmir'deki yazlık sinemalardan birinde iki çocuk kuyrukta bekliyor; ama paraları olmadığından bilet alamıyorlardı. Onlardan biri bakkala gidip "bir kasa gazoz verirsen sinemada bunu satarız" diyorlardı. Sonra da 'gazoz satıp çıkacağız' deyip yazlık sinemaya giriyorlardı. 10 dakikalık bu kısa filmi çeken Ağaç, kısa filmi İstanbul'daki yarışmaya gönderdi.

Birkaç ay sonra İstanbul'dan mektup geldi. Ağaç, yarışmayı kazanmıştı. Üstelik yarışmayı ilk defa bir lise öğrencisi kazanmıştı. Ağaç'ı ailesinden bir kişi bile tebrik etmemişti. Liseyi bitirince İzmir'deki Güzel Sanatlar Fakültesi'nin Sinema Televizyon Bölümü'nün sınavlarına girdi. Sınavlarda bu kısa filmini de başvurusunda verdi. Bölüme kabul edildi. Ama ailesi hâlâ onu kabul etmiyordu. İzmir'de bir taraftan çalışıp bir taraftan okuyordu. Okuldan mezun olduktan beş yıl sonra Ağaç'ın çektiği filmlerden biri, İzmir'deki sinemalardan birinde gösterime girdiğinde sinemanın ilk gösteriminde bütün köy sinemaya gelmişti. Bir kişi hariç; babası. Film başladıktan bir süre sonra babası da sinemaya geldi. Film bitince babası, Ağaç'a sarıldı. "Ahh oğlum, senin adın Ağaç; ama odun olan benim!"

*Melih ARAT - 24 Mart 2007 tarihli Zaman Gazetesi

Ah O Eski Filmler (Sadri ALIŞIK)




Sayın Ayhan Işık
Zincirlikuyu Mezarlığı
İstanbul

Bugün
Neriman'ın sana saksı getirdiği gündü.
Akşama kadar,
Taşını, selvini, çiçeğini yeniden düzenledik.
Nedense Amerika'dan döndüğün günü anımsadım.
Ama o gün meğerse,
Seninle başka şeyleri düzenliyormuşuz farketmeden
Harbiye civarında bir bardı.
Votkanı ayaklı bardakta içmek için
Garsonları uyardın.
Dost ça.
Sonra dostluk üzerine konuşdukdu bir süre
Bir süre de
Dostluk etmişiz böylece.
Süre dediğimde,
Ömrünmüş bak sadece..

İyi geceler
Örtünmeyi unutma
Üşütürsün

Sadri Alışık

FİLMLERDE

İlk filmi 'Günahsızlar'ı 1946'da çeviren Sadri Alışık'ın şöhret basamaklarını çıkması hızlı olur ve ilk filmiyle beraber canı kadar sevdiği tiyatrodan Yeşilçam'a adımını atar.

1959'da çevrilen 'Yalnızlar Rıhtımı'nın setinde, sonradan 38 yılını beraber geçireceği Çolpan İlhan'a aşık olur ve aynı yıl evlenirler. Küçük Sahne'deki tiyatro yıllarında çok yakın arkadaşı olan Çolpan İlhan, hayatının en büyük aşkı olmuştur artık. Kısa bir süre sonra hayatlarına, oğulları Kerem Alışık da katılır.

Kerem Alışık ile ilişkisi çok farklı olmuştur baba Sadri Alışık'ın. Kendi deyimiyle ondan kaynaklanan bir hatadır bu. Babasının ona yaptığı gibi, o da oğlu Kerem'i hep uyurken sever. Evliliğin ve çocuğun verdiği sorumlulukla işine dört elle sarılır ve ardı arkası kesilmeyen filmler çevirir.

Nejat Saydam idaresinde çevrilen ve başrollerini Ayhan Işık ve Belgin Doruk ile paylaştığı 'Küçük Hanımefendi' serisi ile seyircinin dikkatini çeker ve sevgisini kazanır.

Ancak hiç şüphesiz, Turist Ömer tiplemesi Sadri Alışık'ın oyunculuk kariyerinin en önemli adımı olur ve sanat yaşamında yepyeni kapılar açar dönemin yükselen yıldızına.

Turist Ömer'in doğuşu Sadri Alışık'ın asker arkadaşı Ahmet Güzelce'nin verdiği eğri selamdan esinlenerek yaratılmış ve rejisör Hulki Saner tarafından ortaya çıkartılmıştır.

1951'de başlayan ve Ayhan Işık'ın vefatına kadar devam eden Sadri-Ayhan dostluğu beraber çevrilen filmlerle de pekişir. Ayhan Işık'ın başrolünü oynadığı 'Helal Olsun Ali Ağbi' filmi Turist Ömer serisinin başlangıcıdır.

Bu filmde Ayhan Işık'ın Turist Ömer adlı bir arkadaşı vardır ve bu rol Sadri Alışık'a ısmarlama elbise gibi uymuştur. Ona gezmeyi çok sevdiği için arkadaşları Turist lakabını takmışlardır.

Turist, tıraş olmaz; gri pantolon, ekose gömlek, delik fötr şapka ve ökçesi basık pabuç giyen bir adamdır. Espri yapar, karşısına çıkanları, sözle, nükteyle 'harcar'. İyilik sever, yaşadığı andan ilerisini düşünmez, çalışmaz, içkiye düşkündür. Karnı acıkınca doyurmak aklına gelir. Beceriksizdir, bu yüzden de sevimli ve cana yakındır.

'Helal Olsun Ali Ağbi' filmini seyreden seyirciler sinemadan çıkarken, "Helal Olsun Sadri'ye bu filmde Ayhan'ı yedi, toz etti" yorumunu bile getirirler.

Böylece Ayhan Işık'ın film başına aldığı ücret o günün parası ile 60 bin TL'nin altına düşerken, Sadri Alışık'ın fiyatı 5 bin TL'den 10 bin TL'ye çıkar.

Hulki Saner bu filmden sonra 'Ayşecik Çıtı Pıtı Kız" ve 'Ayşecik Cimcime Hanım' filmlerine de aynı tipi koyar. Dolayısıyla Erman-Saner firmasının en fazla iş yapan filmleri de 1963'te 'Sadrili filmler' olur.

Turist Ömer'den sonra en çok konuşulan ve seyircinin en çok sevdiği karakterlerden biri de Ofsayt Osman olur.

Osman Seden'in rejisörlüğünü yaptığı 'Şaka ile Karışık' filminde ortaya çıkan bu tip çok tutulur ve Sadri Alışık'ın en çok iş yapan filmlerinden biri olur. Ofsayt Osman, hayatta hiç gol atamamış, hep ofsayt pozisyonunda kalmış bir adamdır. Beceriksiz fakat çok iyi kalplidir. Çizgili beyaz gömlek, kahverengi yelek, kışın da ceket giyer.

Turist Ömer'den farkı birçok şey yapmak istemesidir, ama kader ve talih yakasını bırakmaz; şansı yoktur. Nihayet son serüveninde bir gol atar, yani bir kızın hayatını kurtarır ve mutlu olur.

Ofsayt Osman, seyircisinin çok sevdiği adamdır aslında. Fakir, haksever, fedakar ve sevmesini bilen adam. Sadece bunlar yüzünden değil Sadri Alışık'ın oyunculuk yönünden sergilediği başarı dolayısıyla da halkın hafızasına yerleşmiştir.

1966'da çevrilen ve Atıf Yılmaz'ın yönettiği 'Ah Güzel İstanbul' da Sadri Alışık'ın en önemli filmlerinden biridir. İçki yüzünden her şeyini yitirmiş eski bir İstanbul beyefendisi ile artist olmak için evini, köydeki sevgilisini terk edip fuhuşa sürüklenen Ayşe'nin hikayesini anlatan film, Sanremo Bodrig Hera Güldürü Filmleri Festivali'nde Gümüş Ağaç Özel Ödülü'nü alır.

Jön ve kötü adam tiplemelerinden sonra komedi ve dram filmlerinde oynayan Sadri Alışık, dört dörtlük bir sanatçı olmuştur artık. 'Avare' filminden sonra sesinin güzelliği keşfedilen sanatçı, 45'lik plaklar doldurur.

Seyircinin ısrarı ve gazino patronlarının hevesiyle şov dünyasına da adım atar. Turist Ömer tipini sahnede şarkı söyleyerek ve espri yaparak devam ettirir ve halkın ilgi odağı olur.

Hayatta en sevdiği dostlarından biri olan alkol, bir gün ona ihanet edecek ve ölüm döşeğine getirecektir. ABD'ye giden ve mucize eller lakaplı Münci Kalayoğlu tarafından ameliyat edilen 65 yaşındaki Sadri Alışık, Chicago'lu 30 yaşında bir gencin karaciğerini taşımaya başlar.

1994 yılında, son olarak Yavuz Özkan'ın yönettiği 'Yengeç Sepeti' filminde rol alır ve Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alır. 1995'in 18 martında ailesine, sevenlerine, canı kadar sevdiği İstanbul'a ve sinemaya veda eder.

Ayhan Işık ile olan dostluğu, aile yaşantısı ve kişiliği ile izleyenlerine her zaman örnek olmuş gerçek bir sanatçıdır Sadri Alışık. Sanat yaşamı boyunca aile yaşantısından ve karakterinden asla taviz vermemiş bir çınardır. Türk sinemasında bir ekol, bir fenomendir.

http://www.veoh.com/videos/v191158fGb9TsD4?c=ajdapekkan

bu adrese sadri Alışık tutkunları mutlaka girsin derim.

KABİR

Kendisini merakla bekleyen sultanın huzuruna çıktığında, protokolün gerektirdiği reveransları yapmamış, hükümdarı sıradan bir adammış gibi selamlamıştı. Bu cüretkâr hareketinin ardındaki neden sorulduğunda, "Dünyada tek bir kral vardır, O da Tanrı'dır," demiş, Müslümanın da, Hindunun da içinde yaşayanın aynı Tanrı olduğunu sözlerine korkusuzca eklemişti.

Sultan, düşüncelerini mertçe belirtmekten çekinmeyen bu aşk erbabını oracıkta affetmişti ama, iş orada bitmemişti. Kast ve itikat farkı gözetmeyen; "Sevgisiz bir din sapkınlıktır; tefekkürsüz yapılan yoga, ödenen kefaret, tutulan oruç, verilen zekât saçmalıktır," diyecek kadar ileri gidebilen; keskin sözleri, tavizsiz davranışlarıyla etrafına hayli kalabalık bir inançlı gurubu toplayan asi bir mistiğin hassas güç dengelerini altüst etmesi alışılmış bir şey değildi. Bundan son derece rahatsız olan dini liderler, bir araya gelerek onu sapkınlıkla itham etmekte gecikmediler.

Suçlamaları müstehzi bir gülümsemeyle karşılamış, sonra da düşmanlarını iyice çıldırtan bir pervasızlıkla şöyle demişti: "Tüm yaşamım boyunca, Müslümanları ve Hinduları Tanrı'nın tekliğine inandırmaya çalıştım. El ele tutuşup var olan her şeyin Efendisine tapmaları için yalvardım. Ama onlar, benim bu yakarışımı reddettiler. Kralların Kralı'nın meclisinde birlikte durmayı asla beceremediler. Bugün, herkes gibi fani olan dünyevi bir kralın meclisinde birleşmeyi başardıklarını görmek eğlendiriyor beni..."

Bu kadarı artık fazlaydı. Ebediyen susması gerektiğine karar verildi. Onu zincirlerle bağlayıp, ülkenin en kutsal nehrine attılar. Bir mucize eseri zincirlerinden kurtulup su yüzüne çıktığında, devasa bir filin önüne sürdüler. Yine ölmedi. Hareket etmemekte direren filin kalbinde Tanrı'nın yaşadığını söyleyince, bu sefer ateşi denediler. Suyun boğamadığı, filin ezemediği bir adamı ateş de yakamayacaktı elbette... Herkes dehşet içinde kalmıştı. Vicdan azabından kıvranan sultan, bakışlarını yere odaklayarak, "Lütfen beni affet," diye yalvardı, "Yüceliğini hemen fark edemedim..."

"Kendini suçlama," diye cevap verdi adam, "Tanrı böyle istedi. Üzülme artık, Ey Sultan! Olanları unut. Tanrı sadece aşk ve merhamettir. Gerçek pişmalıklar, O'nun meclisinde her zaman ödüllendirilir." Okuduğunuz bu hikâyenin kahramanı bir düş ürünü değildir.

O, ölümsüz ve benzersiz Kabir'in ta kendisidir.
Adı bizim diyarda pek anılmasa bile, kendisi dünyanın en büyük mistik şairlerinden biri kabul edilir. İnsanı can evinden vuran beyitlerinin özelliği, anlam ve kavram kargaşası yaratmayan sözlerinin sadeliğinde gizlidir.

Fazla konuşmak ve sessiz kalmak iyi değildir.
Ne aşırı yağmur yararlıdır, ne de aşırı güneş...
Oh Kabir, bire sarılıp ikisinden de uzak dur, Aşırı sıcak olan şeyler ve aşırı soğuk olan şeyler, Her ikisi de zararlıdır, Tıpkı ateş gibi...

15. yüzyılda yaşayan Kabir, Müslüman bir ailede yetişmişti. Anlatılanlara göre, onu eğiten Ramanand adlı bir Hint ermişiydi. Kutsal metinlerle pek ilgilenmediğinden olsa gerek, Hinduizm ile İslam arasındaki duvarları yıkabilmeyi en azından kendi içinde başararak aydınlanabilmişti. Öğretisinin evrenselliği de zaten buradan geliyordu. Ön yargıları, hücrelere nüfus eden o korkutucu dogmatik yapıyı, şahsına mahsus bir maharetle yok edebiliyordu...

Dervişin biri onunla görüşmeye gelmişti. Ermişin bahçesinde gezinen domuzu görünce, sinirinden ne yapacağını kestirememişti. Sözde Tanrı âşığının bu halini gören Kabir, "Ben, kirli olanı evimin dışında bırakmıştım," dedi, "Oysa sen, kalbinin içinde ona sığınak verdin. Gözlerin bana duyduğun hiddet ve kinle parlamadı mı? Öfke ve nefret dinin ilkeleri içinde midir? (...) Evrendeki hiçbir varlık hor görülmek için yaratılmamıştır. Tanrı'nın gözünde hiçbir varlık kirli değildir; keza her varlık, O'nun tasarladığı planın gerçekleşmesi için yaratılmıştır."

Kabir, çorak ruhların susuzluğunu giderecek bir vahadır. Onu okuduğunuzda yüreğinizin acıdığını hissedeceksiniz. Sonsuzluktan akan sevgisiyle kalbinizin en gizli köşelerine sirayet edebildiği için.

Işık MENDERES -07.01.2006

Salı, Mart 20, 2007

BUGÜN 20 MART 2007

Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi ülkesine terör saldıraları hazırlıkalrına ev sahipliği yaptığı gerekçesi ile Irak'ı işgalinin dördüncü yıldönümü. Herkes o zamanlarda gerçek bir savaş bekliyordu en azından bir sürede olsa devam edecek. Çünkü Saddam'ın özenle gizlediği büyük bir kuvveti varıd biz hep bunları duyduk. Ama yaşanılan bir savaş değildi sadece bir işgaldi. İşgalin içinde görebildiğimiz ufak direnişler ve onun tamkarşısında ise kendi vatanlarının işgalini karşılayan Iraklılar vardı. İşgal Irak halkı açısından azınlık durumundaki şiileri sözde iktidara getirdi ama özünde ise kürt yönetimi iktidar oldu Türkmen nüfus eritildi dağıtıldı Amerika'ya bağlı Kürt devleti planları ortaya konmaya başlandı. Ve binlerce Iraklı öldü , onların yanında da sadece para kazanmak için Irak a paralı asker olarak giden Amerikalı askerler öldü. Şimdilerde Amerikalı birçok anne de işgali protesto ediyor...

İşgal'in bize hatırlattıkları imgeler galiba şunlar: Ebu Garib, Saddam, Talabani, Kerkük, Felluce.

Aşağıda yer alan link te bu işgalin imgeleri ile ilgili

http://www.youtube.com/watch?search=&mode=related&v=ZRdlYZcJ5MA

http://www.youtube.com/watch?v=fHMUvNR9ZUs

Pazar, Mart 18, 2007

GELIBOLU 1915

Bir Ülkenin Varoluş Savunnması.

18 Mart 1915 - ÇANAKKALE
















Bugün Çanakkale Savunma Zaferinin 92. Yıldönümü. Anadolu'nun kuşatma harekatına karşı oluşan bu savunma cephesi adeta Türk ulusunun vatanına sahip çıkışının sembolleştiğe abide olmuştur. Çanakkalede adeta etten bir duvar oluşmuş düşmanın bu çanağı geçmesine izin verilmemiştir. Çanakkale kitaplara, müziklere, filmlere hatta Akif'in deyişi ile tarihin tüm derinliğine dahi sığamayacak bir vakıadır. Toplum bilincinin oluşması için Çanakkale'nin öncesi ve sonrası ile beraber mutlaka bilinmesi gerektiği kanaatindeyim.


Çanakkale bir azmin ifadesiydi, bir vatan sahip çıkmanın ifadesiydi, insanlık ve düşmanlığın ayrı değerlendirilmesi gerektiğinin belirmesiydi. Tüm uluslar Çanakkale savunmasını ve orda yaşanan olayları değerlendirdiğinde şüphesiz kendisine önemli dersler çıkaracaktır. Umarım Çanakkaledeki bilincimizi hiçbir zaman yitirmeyiz. Allah bir daha vatanımız işgal edilidiği o günleri yaşatmasın.




Mehmet Akif ERSOY'un da güzel şiirini burada anmak istiyorum:

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE.


Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer
Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Osrtralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.
Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...
Hani tauna da zuldür bu rezil istila...
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına,
Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ...
Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,
Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.
Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram?
Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi;
“O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi.
Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyetler eder istiab.
“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;
Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.


MEHMET AKİF ERSOY









ÇANAKKALE


“Söyle arkadaşım “dedi Anadolulu Mehmet
Yanıbaşında ki Anzak erine
“Nerelerden kopup gelmişin
Neden çökmüş bu mahsunluk üzerine”
“DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDAN” dedi gencecik Anzak



“Öyle yazmışlar mezar taşıma
Doğduğum yerler öylesine uzak
Örtündüğüm topraksa gurbet bana”


“Dert edinme arkadaşım” dedi Mehmet
“Değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet
Sende artık bizdensin
Sende bencileyin bir Mehmet”


Çanakkale toprağının
Üstü cennet altı mezar
Kavga bitmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar
“Ya sen” dedi Mehmet
Oyun çağındaki İngiliz erine
“Yaşın ne senin kardeş böylesine erken buralarda işin ne”


“Yaşım sonsuza dek on beş”

dedi ufak tefek İngiliz eri
“Köyümde askercilik oynar
coştururdum trompetle bizimkileri


Derken kendimi cephede buldum
Oyun muydu gerçek miydi anlamadan
Bir sahici kurşunla vuruldum
Sustu boynumdaki trompet


Son verildi böylece oyundan bozma işime
Gelibolu’da bana bir yer kazıldı
Mezar taşıma ON BEŞİNDE TRAMPETÇİ yazıldı
Öyküm de künyem de bundan ibaret


Yağmur yağıyordu usul usul toprağa
Gözyaşları düşerek üstüne sanki
Damla damla ağlıyordu uzaktan uzağa
Sahibini yitiren bir trompet
“Ya sizler” dedi Mehmet
Dünyanın dört kıtasından
Mezar dolusu erlere
“Hangi rüzgar savurdu sizleri
bu bilmediğiz yerlere”


Kimi İngiliz’di kimi İskoç
Kimi Fransız dı kimi Senegalli
Kimi Hintli kimi Nepall
Kimi Avustralya’ dan Yeni Zellanda ’dan Anzak
Gemiler dolusu asker
Her biri niye geldiğinden habersiz
Gelibolu’nun oya gibi koylarından sızarak
Tırmanmışlardı dağa bayıra
Siper siper yara gibi yarılan toprak
Mezar olmuştu savaş ardından onlara


Kiminin BURADA YATTIĞI SANILIR
Kiminin ADI BİLİNSE DE MEZARI BİLİNMEZ
Kiminin de mezar taşında
On altı,on yedi on sekiz yaşında
EBEDİ İSTİRAHATE ÇEKİLDİĞİ yazılı
Çanakkale topraklarında
Her birinin erken biten yaşam öyküsü
Eski yazıtlar gibi taşlara böyle taşlara böyle kazılı
“anlamaz mıyım”dedi “halinizden kardeşler”
adına yazılı taşı bile olmayan asker
Anadolulu Mehmet


“Bende yüzyıllarca yaban ellerde
Neyin uğruna bilmeden can vermişim
Kendi yurdum uğruna can vermenin tadına
İlk kez Çanakkale’ de ermişim


Uğrunda can verdikçe vatanlaştı ancak
Ekip biçtiğim padişah mülkü toprak
Değil mi ki sizler alamazsanız bile
Bu topraklar almış sizleri basmış bağrına
Sizlere de vatan sayılır artık Çanakkale “


Çanakkale toprağının
Üstü cennet altı mezar
Kavga bitmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar


Bir garip savaştı
Çanakkale Savaşı
Kızıştıkça kızgınlığı dindiren
Ara verdikçe ateşe düşmanı kardeşe
Döndüren bir savaşKıyasıya bir savaştı
Ama saygı üreten bir savaş
Yaklaştıkça birbirine
Karşılıklı siperler
Gönüllerde yakınlaştı
Düştükçe vuruşanlar toprağa
Dostlar gibi kaynaştı


Savaş bitti
Ölenler kaldı sağlar gitti
Köylü köyüne döndü evli evine


Kır çiçekleri geldiler akın akın
Çekilen askerlerin yerine
Yaban gülleri dağ laleleri papatyalar
Kilim kilim yayıldılar toprağa
Siper siper
Toprağın savaş yaralarını örttüler
Koyunlar koruganları yuva yaptı kendine
Kuşlar döndü gökyüzüne kurşunların yerine
Çiçeğiyle yemişiyle yeşiliyle
Silah yerine sapan tutan elleriyle
Geri aldı savaş alanlarını doğa
Can geldi toprağa silindikçe kan izleri


Yeryüzünde cennet oldu öylece
O cehennem savaş yeri


Şimdi Çanakkale Gelibolu
Bahçe bahçe
Ülke ülke
Mezar dolu


Üstü cennet altı mezar
Çanakkale toprağının
Kavga bitirmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar
“Huzur içinde uyusun”
Vuruştukları topraklarda
Kavgadan kinden uzakta
Yanyana dostça yatanlar



BÜLENT ECEVİT





Cumartesi, Mart 17, 2007

Erkek Dediğin

Seni elinin tersiyle degil avucunun iciyle kavrayacak.Bileceksin ki
emin ellerdeyim, baskasi tutamaz elimi boyle. Rahat olacaksin yaninda, cok konusmayacak, beynini didiklemeyecek. ince olacak;seni senin kadar dusunecek. Sen onu merak ettiginde
kendisine hesap soruluyor havalarina girmeyecek.Senin inceligine karsi umursamaz sozler sarf etmeyecek.Adamin sinirini bozmayacak, cinlerini tepesine cikarmayacak, sanki sen onun icin varmissin her ne zaman istese emrine amadeymissin, o ne yaparsa yapsin her istediginde yaninda elinin altinda olacakmissin
triplerine girmeyecek. Sen ona sevgini hissettirdiginde, sen ona kayitsiz sartsiz asikmissin gibi havalara girmeyecek. Erkek dedigin ilgi gordugunde ilgiyle,sevgi gordugunde sevgiyle
karsilik verecek. Erkek dedigin,sen onun icin kendine baktiginda, sirf ona
daha guzel gorunmek icin giyinip kusandiginda hicbir sey olmamis gibi davranmayacak.Ruhunu oksamasini bilecek.
Romantik olacak kimi gun habersizce kucaginda ciceklerle cikip gelecek.
Ozel gunleri unutmayi marifet sanmayacak.Kayitsiz olmayacak senin butun zerafetine karsi.
Gercekten seven bir kadin sevgi ve ilgi bekler, erkegine verdigi
askin karsiliginda kucuk bir tatli soz, kisa bir mesaj, bir cagri bile onu mutlu edebilir. Erkek dedigin butun bunlari cebinden para harciyormus gibi cimrilikle yapmayacak.Ben aranmayi, cok aramayi sevmem demeyecek.
Her sey kendi istedigi gibi olsun istemeyecek.Sadece kendi caninin istemesine baglamayacak her seyi.

Erkek dediginin, hissettigiyle yaptigi sey arasinda ucurum olmayacak.
Cesur olacak cesur.Seni seviyorum derken korkmayacak, baska seylerin
arkasina gizlenmeyecek.
Seviyorum deyip bir sonraki perdede kacmayacak, ozluyorum diyorsagelecek,
kaybetmek istemiyorum diyorsa kaybetmeyecek.

Erkek dedigin askina sahip cikacak. Korkak olmaz erkek dedigin.

Erkek dedigin iyi sevisecek. Koyun gibi yatmayacak, bir an once su is bitse demeyecek.Asksiz yatmayacak yataga ve sen bunu bileceksin.
Bir baba sefkatiyleseni alnindan optugunde bileceksin ki sevgisi gecici ve zayif degildir.
Ve sevgiyle optugunde dudaklarindan bileceksin ki Opusun tek sebebi sehvet
degildir.

Erkek dedigin aldatmayacak. Aldatmak basitliktir.Seviyorum diyorsa aldatmaz erkek dedigin.Aldatiyorsa sevmiyor demektir.


Erkek dedigin yakisikli olacak,cekici olacak ama bundan cok daha ote bir
sey...Zeki olacak.
Kadinin kucuk yalanlara,bahanelere inanmayacagini,kendisini kendi
gibi tanidigini bilecek. Kadinin zekasini kucumsemeyecek kadar zeki olacak.Zeki olacak, seni bir hamur gibi karmasini bilecek, o hamura
kendisi katmasinida.Degerlerini bir anlik hevesler ugruna satmayacak.
Namussuzlugunu,ahlaksizligini ancak ve ancak seninle yataktayken kullanacak. Yan gozle hatun kesmeyecek, ustune sevgili edinmeyecek.

Erkek dedigin once kendini sevecek.Kendini sevmeyen erkekten kimseye
hayir gelmez. Bir bakarsin ki yillar sonra bu adamla ne yataga sigiyorsun, ne topraga... Koluna girip gezmesini bileceksin gururla, koynuna alip sevismesini de. Babaligini da bilecek, ana-babaya hurmet etmeyi,
kadir kiymet bilmeyi, vefakarligi,fedakarligi...

Erkek dedigin seni koruyacak,kusatacak. O nerede olursa olsun seni koruyacagini bileceksin.
Pisirik olmayacak erkek dedigin.Erkek dedigin erkek olacak guzelim. Senisadece sen oldugun icin sevecek.Parayla pulla, kariyerle, gucle, kimin ne dedigiyle hareket etmeyecek.
Hem sevgilin,hem arkadasin, hem dostun, hem baban, hem cocugun olacak,huzurla bagrina basacaksin.




CAN DÜNDAR

Perşembe, Mart 15, 2007

2006 YILI DÜNYA BASIN FOTOĞRAFLARI

Spencer Platt, ABD, Getty Images.
Güney Beyrut yıkıntıları arasında gezen genç Lübnanlı
lar. 15 Ağustos...
(Yılın 'En İyi Basın Fotoğrafı', aynı zamanda Günlük Yaşam
fotoğrafları kategorisi tek fotoğraf birincisi)
Akintunde Akinleye, Nijerya, Reuters.
Nijerya'da gaz borusu patlamasının ardından bir adam
alnını tutuyor...
(Haber fotoğrafları kategorisi tek fotoğraf birincisi)
Arturo Rodríguez, İspanya, The Associated Press.
Tenerife'de bir göçmen...
(Haber fotoğrafları kategorisi tek fotoğraf ikincisi)
Mohammed Ballas, The Associated Press.
Batı Şeria'da işbirlikçi olduğundan şüphelenilen kişinin
güpegündüz infazı...
(Haber fotoğrafları kategorisi tek fotoğraf üçüncüsü)
Jeroen Oerlemans, Hollanda, Panos Pictures.
İsrail'in Kana saldırısı sonucunda ölen bebeğin
cesedi...
(Haber fotoğrafları kategorisi tek fotoğraf mansiyon)
Davide Monteleone, Italya, Contrasto.
İsrail'in Lübnan saldırıları...
(Haber fotoğrafları kategorisi seri fotoğraf birincisi)
Agnes Dherbeys, Fransa, Cosmos/Eve.
Nepal'de Monarşi karşıtı protesto gösterileri.. .
(Haber fotoğrafları kategorisi seri fotoğraf ikincisi)
Yonathan Weitzman, Israil, Reuters.
Batı Şeria'da zorunlu göç...
(Haber fotoğrafları kategorisi seri fotoğraf üçüncüsü)
Joao Silva, Güney Afrika, The New York Times.
Irak'ta bir "tetikçi" saldırısı...
(Haber fotoğrafları kategorisi seri fotoğraf mansiyon)
Paolo Pellegrin, Italya, Magnum Photos for Newsweek
/The New York Times Magazine.
İsrail'in roket saldırısı sonrası Lübnan...
(Genel haberler kategorisi tek fotoğraf birincisi)
Jan Grarup, Danimarka, Politiken.
Sudan-Çad sınırındaki mülteciler...
(Genel haberler kategorisi tek fotoğraf ikincisi)
Daniel Aguilar, Meksika, Reuters.
Hırsızlıkla suçlanan zanlı...
(Genel haberler kategorisi tek fotoğraf üçüncüsü)
Zsolt Szigetváry, Macaristan, MTI.
Budapeşte'deki isyan...
(Genel haberler kategorisi seri fotoğraf birincisi)
Peter van Agtmael, ABD, Polaris Images.
Irak'ta gece baskınları...
(Genel haberler kategorisi seri fotoğraf ikincisi)
Moises Saman, İspanya, Newsday.
Haiti'de başkanlık seçimleri...
(Genel haberler kategorisi seri fotoğraf üçüncüsü)
Oded Balilty, Israil, The Associated Press
Bir kadının, İsrailli güvenlik güçlerine karşı
"zorunlu göç" direnişi..
(İnsan hikayeleri kategorisi tek fotoğraf birincisi)

Pazar, Mart 11, 2007

Bu Memleket Bizim

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdenize bir kısrak başı gibi
uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde,
dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim...Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi KARDEŞÇESİNE,
bu hasret bizim...

N.Hikmet RAN

Cumartesi, Mart 10, 2007

Ortadoğu



http://www.mapsofwar.com/images/EMPIRE17.swf


Tarihte dünden bugüne Ortadoğu haritaları üzerine hazırlanmış bir flaş.



MEKTUP


Mektuplar eskiden sürekli dilimzde idi ama şimdilerde ise kayboldular zamanın içinde. Çünkü biz mektuplara sadece haberleşme aracı olarak baktık. Mektuplar haberleşmenin ötesinde bir paylaşım aracıdır. Mektup yazdığınız kişinin illaki kilometrelerce uzakta olması gerekmez ; yeter ki o kişi bir düşünceyi bir duyguyu paylaşamak istediğiniz insan olsun. Aşkınız, arkadaşınız, anneniz, babanız, akrabanız.... Zaman içinde aktarılan ve de paylaşılan duygunun- düşüncenin belgeseli diyorum ben mektupları. Ben her şeye rağmen mektuptan vaz geçemeyen bir kitledenim. Sizlere zaman zaman farklı kişilerce kaleme alınmış mektupları aktarmaya çalışacağım. Başlangıç olarak ta sizlere internette bir siteyi ve de bu siteden bir mektubu aktarıyorum ( bu mektubu kaleme alan kişiyi tanımamaktayım)

http://goto.bilkent.edu.tr/gunes/Mektuplar/mektuplar.htm

Selam...

Önce şunu söylemeliyim, benimle etkileşiminde asla bildik kalıpların baskısını hissetme... Ne kadar zor da olsa, bireysel ve bütünsel potansiyelimizi şekillendiren, sıradanlaştıran genel-geçer bilince rağmen, herşeye inat kendim gibi olmaya niyetliyim.... Ben herkesi birleştiren özle ilgileniyorum, şekil ve formla değil. Ve özde öylesine yakınız ki, şimdi bizi ayıran farklılıklar o noktada eriyip yokoluyor tamamen...

Sunu unutma canım, asla başka birinin yolu, yöntemi seninkiyle birebir örtüşemez. Farklı deneyimlerin bilgisi sana kendi yolunu bulmada yardımcı olabilir ancak. Sen belli bir farkındalık içinde yaşadıkca yasam planını farketmeye başlayacaksın. Ve zamanla, özgün yaşam planına uygun deneyimleri nasıl kendine çektiğini daha net farkedeceksin.

Bilhassa acı veren deneyimlere dikkat et, sadece sana özel bir mesaj içeriyordur her biri ve sana bir şeyleri daha halledemediğinin sinyalini taşır... Ve ne "acı" ki, sen o dersi aşana kadar gitgide daha zorlayan benzer olaylar içinde bulursun kendini.

Benim düşünceme göre, kişinin yolu ve yolculuğu, salt duyduklarını veya okuduklarını zihninde çözümlemeye çalışmasıyla değil, ama kendi yaşamında aktif bir rol almasıyla belirginleşir. Fiziksel yaşama uyum sağlamak için belli ölçüde düşünce zincirimizi kurmaya ve beslemeye mecburuz, kabul, ama bence ruhsal gelişimimizin yolu hissetmekten geçer. Lütfen etkileştiğin herşeyi, ama tüm hücrelerinle, hissederek yaşamayı seç. Aslında tüm büyük öğretiler sadece ve sadece bu mucizeyi içselleştirmemizin yollarını gösterir bize. Hepsi gerçeği farklı kelimelerle dillendirir, ama sen sevgiyi yaşamına kattığın oranda o gerçeği sözsüz, sessiz yaşarsın zaten.

Bu noktada sana önerim sadece şu olabilir, bir şeyleri değiştirmeye çalışma, doğal akışı içinde olaylara olabildiğince doğal olarak katıl. Zamanı geldiğinde terketmen gereken şeyler zaten yaşamından uzaklaşacaktır. Hazır olmadığın bir noktada belli bir değişime zorlarsan kendini, içsel dengeni kurmaya çalışırken daha da bozarsın, n'olur yapma bunu...

Sevgimle...

Perşembe, Mart 08, 2007

Son 15 Yıl Türkiye Fotoğrafları

Sinan AKMAK - KARAKÖY

Hakan GE - KEBAN

Erdem YAVAŞÇA - KEKOVA

Cüneyt OĞUZTÜZÜN - ŞEBİNKARAHİSAR

Nazım Serhat FIRAT - KONYA

Hakan GE - MEKE GÖLÜ

Cüneyt OĞUZTÜZÜN - MENDERES

Uğur ULUOCAK - MİDYAT

Turgut TARHAN -MOGAN GÖLÜ

Cüneyt OĞUZTÜZÜN - MUŞ OVASI

Cüneyt OĞUZTÜZÜN - MUŞ OVASI 2

Cüneyt OĞUZTÜZÜN - OBRUK YAYLASI

Alkim İ. - POSOF

Cüneyt OĞUZTÜZÜN - SALDA GÖLÜ

Fatih PINAR - SARIKAMIŞ

Aytunç AKAD - SİS DAĞI

Gökhan TAN - TRABZON

Ahmet ÖZYURT - TUZ GÖLÜ

Fatih PINAR - URFA

Cüneyt OĞUZTÜZÜN - YALNIZÇAM DAĞLARI

Cuma, Mart 02, 2007

Yin Yang (Denge)


Yin Yang
Originally uploaded by miss-sarah.
Dünyada her varlık kendi denge mücadelesini veriyor.... Kendi içimizde hep çekişmeler yaşarız. Aynı çizgi filmerde olduğu gibi; çizgi filmlerde kahramanın iki tarafından farklı kişiler çıkar ve farkı şeyler söyler. Bizim içimizde de birden fazla ses vardır. Dengeye ulaşmak için uğraşırız ve bunun adına doğru deriz hayırlı iş deriz. Denge mücadelesi bir çok felsefi düşüncede yerini bulmuştur mesela zerdüştlükte ehrimen ve hürmüzün mücadelesi vardır. Müslümanlıkta da nefis mücadelesi isminde denge mücadelesi vardır ve bu da merhalelere ayrılmıştır. Dengenin ismi hayr olarak yer bulmuş ve hep insanlar 'hayırlı olanın gerçekleşmesi' temennisisnde bulunmuştur. Meşakkatli denge mücadelemizde umarım hep dengeye ulaşırız.