Pazartesi, Eylül 25, 2006

MAHYA

Eski İstanbul ramazanları, imparatorluk kültürünün ve inceliğinin sergilendiği görkemli bir festival havasında yaşanıyordu. Dinle müziğin ve edebiyatın; ibadetle ziyafet, eğlence ve gösteri sanatlarının kaynaşması bu ay boyunca doruktaydı. Bu renkli âlemin her akşam gökyüzünde ışıldayan sembolü ise mahyalardı. Gündelik yaşamını, “şehrayin/donanma” (ışıklı gece gösterileri), “çerağan” (lale bahçelerinde gece eğlenceleri), “serv-i simin seyri” (Boğaziçi’nde kayıklarla sazlı sözlü mehtap gezintileri) gibi güzelliklerle zenginleştirmiş bir kentte ramazanların da mahyalar ve kandillerle renklendirilmesi doğaldı.Mahya kurmak, bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtılarak gece karanlığına sözcükler yazmak, betimlemeler yapmaktı. Bu geleneğin gerisindeki felsefe ise ramazanın İstanbul’a getirdiği sevinç, bolluk, ferahlık nedeniyle Tanrı’ya duyulan şükranı vurgulamak, halkı iyiliklere ve sevaplara yöneltmek, çocuklara ramazanı sevdirmekti.Günümüzde elektrikle yazılan ramazan mahyaları, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir uğraştı. Şerefeler arasına gerilen kalın bir halata, şimşirden halkalar, kancalar, gevşek yedek ipleri ve sayıları yüzleri aşan kandilleri kullanarak iftar sonrasından teravih bitimine değin, en çok iki saatlik bir zamanı mahyalarla nurlandırmak; hele kışa rastlayan ramazanlarda bunun için şerefelerde soğuktan çivi kesmek, ancak meraklılarının göze alabildiği bir işti. Mahyacılar her akşam ayrı bir mahya kurmak için gün boyu çalışırlar; ilkin satranç kağıdı üzerinde yazı ya da resim tasarımlarını geliştirirler; buna göre kandil sayısını, her kandilin sarkıtma ipleri üzerindeki yerlerini belirlerler; makaralı iplere düğümler atarlar; istenilen görüntünün kusursuz elde edilebilmesi için provalar yaparlar; kandillere aynı ölçekte yağ koyarlar; fıstık çöpünden veya kavrulmuş tatlı su sazına pamuk sarıp fitiller hazırlarlar; kandilleri yuvarlak kutularına yerleştirirlerdi. İftardan sonra da minare şerefelerinden, kandilleri teker teker gergin halata salıverir; ışıklı kompozisyonu gerçekleştirirlerdi. Her gece değişik mahya kurmak için yarışan ve tasarımlarını gizli tutan mahyacıların o akşam ne yazacaklarını veya betimleyeceklerini halk da merakla bekler, ilk kandillerin halata salıverilmesiyle de “-Galiba yandan çarklı vapur!”, “-Tekerlekse top arabası olmalı!” gibi tahminlerde bulunurlardı. Bucurgat, boncuk, halat, ip, kangal, makara ve benzedinden olaşan mahya takımları, büyük camilerin mahyacı odalarında saklanır; mahyacılık da bir meslek olarak babadan oğula sürdürülürdü. Kandil yakma geleneği İslam dünyasında yaygınken, mahyacılığın İstanbul’a özgü dinsel bir sanat olmasının tek nedeni, padişahların yaptırttığı iki, dört, altı minareli “selâtin camiler”in bu kentte olmasıydı. Çünkü mahya kurmak için en az karşılıklı iki minare bulunması gerekiyordu. İkincil payitaht konumundaki Edirne’nin selâtin camilerinde de mahya kurulduğunu tarihler haber veriyor. Hatta bu kentin adı unutulmayan en eski mahyacısı “Mestî” mahlaslı Hacı Aliş Ağa’nın (öl. 1668) Meriç ırmağına direkler dikerek “askı mahyası” kurduğu rivayet edilir...İstanbul’da ilk mahyanın hangi tarihte kurulduğuna ilişkin açık bir bilgi yoktur. Bir öykü, ilk mahyanın I. Ahmed (1603-1617) döneminde Sultanahmed Camii’ne kurulduğunu anlatır: Fatih Camii müezzinlerinden hattat Hafız Kefevî, ramazan ayı girerken padişaha işlemeli bir çevre sunmuş. I. Ahmed, çok beğendiği bu çevredeki işlemelerin geceleri minareler arasına kandillerle resmedilmesini buyurmuş. Bu öyküyü Menakıb-ı İslâm adlı eserinde nakleden Ahmed Rasim (1864-1932), “mahya” sözcüğünün Farsça “mahiye” (aya özgü) ya da “müheyya”dan (hazırlanmış, sıralanmış) Türkçeleşmiş olabileceğini de vurgulamaktadır. Yine, eski yazarlarımızın naklettiklerine göre İstanbul’un ünlü mahyacıları, kendi buluşları olan özgün mahya modellerini kırmızı, yeşil, lacivert atlaslara işleyip saraya götürürler; padişahtan hem ödül hem onay alırlarmış. Mahyacı hünerleri arasında en çok beğeni kazanan gösterinin ise Süleymaniye’nin minarelerinde gerçekleştirilebilen “gezdirme mahya” olduğu kuşkusuz. Bu düzenekle, örneğin köprü görüntüsünün önünde hareketli kayık ve balıklar, köprünün üstünde yürüyen araba canlandırılırmış. 122 kandille yelkenli, 198 kandille saltanat kayığı resmedildiğine göre, gezdirme mahyalar için daha çok kandil gerektiği muhakkaktır. Mahyacıların Kadir gecelerinde minareleri külahtan şerefeye kadar, yol yol kandillerle ışıklandırmalarına “kaftan giydirmek” denilirmiş.1578’de İstanbul’a gelen Salamon Schweigger’in seyahatnamesindeki bir gravürde iki caminin minareleri arasına gerilmiş bir ipe asılı kandillerle mahya betimlenmiş olması ilginçtir. Bu resim, mahya geleneğinin I. Ahmed döneminden daha önce de olduğunu kanıtlıyor. Kâtip Çelebi ise Takvimü’t-Tevarih adlı eserinde başlıca büyük camilere mahya kurulmasının 1723’te Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından emredildiğini yazmaktadır.Ramazanın 15. gecesi Süleymaniye Camii minarelerine kurduğu “hünkâr kayığı” mahyası ile ünlenen Abdüllatif Efendi (öl. 1877), Sultan Abdülaziz’in 1867’de Avrupa seyahatinden dönüşünde, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki Harbiye sırtlarına yazdığı “Padişahım çok yaşa!” mahyası ve Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın İstanbul’a gelişinde Emirgan’daki yalısının önünde mavna direkleri arasına kurduğu mahya ile unutulmamıştır..Mahyacıların, ramazanın ilk onbeş günü boyunca “yazılı”, ikinci onbeşinde de “resimli” mahyalar kurdukları biliniyor. Arap harfleriyle “sülüs” ve “celi” tarzlarında bir iki sözcüklü yazıların en çok yinelenenleri “Ya Şehr-i Ramazan”, “Maşallah”, “Elhamdülillah”, “Ya Kerim”, “Bismillah”, “Allah”, “Ya Rahman”, “Şefaat”... iken 1911 ramazanından başlayarak “Yaşasın Hürriyet”, “Eytama (yetimlere) yardım”, “Hilal-i Ahmeri (Kızılay) unutma”, “Tayyareyi unutma”, “Yerli malı al”, “Yaşasın Misak-ı Milli”, “Yaşasın İstiklâliyet” vb. sözlerin; betimleme olarak da İstanbul yaşamından seçilen öğelerin, örneğin Kızkulesi, cami, köşk, köprü, kayık, yelkenli, ay-yıldız, fıskiye, kuş, gül ve benzerlerinin mahya konusu olduğu saptanıyor. Eski İstanbul yaşamını anlatan yazarlardan Balıkhane Nazırı Ali Bey, Ahmed Rasim, Musahipzade Celâl, Sermet Muhtar Alus, Halit Fahri Ozansoy, Ercümend Ekrem Talu, Burhan Felek eserlerinde mahya konusuna değinmeden geçmemişlerdir. Sermet Muhtar, yıllar önce Akşam gazetesinde yayınlanan “Mahyalar ve Sahurlar” başlıklı bir yazısında İstanbul çocuklarının ramazanın onbeşini nasıl sabırsızlıkla beklediklerini, akşamları “yandan çarklı”, “piyade kayığı”, “çifte kayık”, “kule”, “salıncak”, “beşik” vb. betimlemeleri sonsuz bir zevkle seyrettiklerini vurgular.
* Necdet Sakaoğlu, yazar.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

sayın okuyucular. yazıda kullanılan mahya fotoğrafı benim tarafımdan çekilmiş orjinal diası (E6) bana ait olup iznim olmadan kullanılmıştır.telif hakkını aldığım bir dergiden derginin bağlı olduğu firmayada bilgi verilmemiş bir şekilde bana ulaşılmammıştır. bu tarz davranışların gazetecilik ahlakına uymadğını bildirir.siz değerli okuyucularla paylaşırım.yasal haklarımın saklı olduğunu hatırlatır.ayni durumun tekrarlanmaması halinde devreye sokulacağını hatırlatırım.fotocolor@hotmail.com

mai dedi ki...

öncelikle yazıya ait fotoğrafın sahibinin uyarısı nedeniyle yanlışımız nedeniyle özür diler fotoğrafın en kısa zamanda kaldırılacağını bildiririz.