Pazartesi, Ekim 30, 2006

BASİT YAŞAYACAKSIN

Basit yaşayacaksın.


Mesela susayınca su içecek kadar
basit.
Dört çıkacak, ikiyi ikiyle çarptığında.

Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
tek bir düğme, tek bir cümle gibi;
sevince lafı dolandırmadan söylediğin
'seni seviyorum' gibi.


Basit bir öpücük yetecek sana;
basit sıcak bir öpücük
ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.
O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
o öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.

Kabak çekirdeği verecek sana
rakamların veremediği mutluluğu.

El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak
en değerli kağıdın;
hep yanında taşıdığın,
atmaya kıyamadığın.


İki harekette giyiniverecek,
iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak uyanman
ve yola çıkman arasında geçen süre;


kısacık olacak
sıcacık kollara dolanman
ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;
bakışların bile anlatabilecek kendini.

Beklentilerin de basit olacak.
Kaf Dağı'nın önünde bekleyecek mutluluklar.
Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana
en ucuz aşk romanını.


Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
Zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

Bir kaşarlı tost olacak aradığın
nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;
parmakların olacak en kıymetli çatalın.
Yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.

İskender'in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.
Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana
kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir
'fa diyez'in mutluluğunu.

Makyajın ilk 'a' sına kadar bilmen yetecek.
Temizlik kokacak en pahalı parfümün

'Bilmiyorum' diyebileceksin bilmediğinde
ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.
Tek dereden su getirmen yetecek,
bir 'istemiyorum' diyebilmeye.

Ne durduğu farketmeyecek abanın altında.
Saatin, sadece saati gösterecek;
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.

Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi
basit...


* Yalçın ERGİR

Pazar, Ekim 29, 2006

KIZMAK

Herkes kızabilir bu kolaydır

ANCAK doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir.

ARİSTO

CUMHURİYET

CUMHURİYETİMİZİN 83. YIL DÖNÜMÜNÜ KUTLUYORUM.
Aşağıda Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 29 Ekim 1933 teki Söylevinden bir bölüm yer almaktadır:


Türk Milleti!

Kurtuluş savaşına başladığımızın 15'inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!

Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.
Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.

Büyük Türk Milleti,

On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaat eden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni alem, az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk Milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türk'üm diyene!

Mustafa Kemal Atatürk,
29 Ekim 1933, Ankara

Cumartesi, Ekim 28, 2006

Yalnızlık (Fotoğrafın Dili)

'Yalnızlık Bir Ömür Boyu' ismini uygun görmüş fotoğrafına Bahar Baykara. Tepenin ıssızlığında yalnız bir ağaç ve O'na selam getiren kuşlar. Yalnızlık... Bazen olur ki hayatta ne olursa olsun hep bir yanımız yalnız kalır, anlaşılamaz.

Bu fotoğrafla ilgili olarak e-posta adresime ulaşan bir yorumu aktarıyorum:

Yalnız değil ki bu ağaç sandığımız gibi… kuşlar var ona selam getiren… insanlardan ve insanların yalnızlıklarından haberler getiren kuşlar… ve tepeden görüyor tüm kalabalıkları ve kalabalıktaki yalnızlıkları… kalabalıktaki yalnızlıklarımızı...

Yirmi Yaş Düşleri

Zorla Dresinin başına oturtulmuşcasına,
gereklilik ve adımların köşe kapmaca oynar.
Elma şekerine dahi doymuş bir çocukluğun var senin,
görmediklerin var.

Ege'nin öfkesine sığmış bir gençlik,
sıfıra vuruşun en fazla.
aklındakiler hep eskitilmiş ülke,
ne şaraplar ihraç edilir, içinde acısı.

Dört gün, dört mevsimdi.
Siyah-beyaz yaşantına renkli kalemleriyle,
oynaya oynaya bir çizik atar doğa,
bu oyuncağın afacanlıkta kırılacak ilk parçasısın.

Legal gürültüleridir öksürükler gecelerinin,
sabah kuşları gibi, sırf sabahı özleyen kuşlar gibi.
yirmi yaş dişleri gibi çürür;
heyacan, mutluluk, rüya ve tabir.
hem onlar da öyle değil miydi,
dört tane, çabuk ve acılı...

*Özge DİRLİK (Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi 1. Sayı)

Çarşamba, Ekim 25, 2006

KELEBEK ÖPÜCÜKLERİ

Çoğu zaman pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz. Bir süre önce, bir arkadaşım, 3 yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmiş ti. Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve " Bu senin için babacığım" dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki icin kendini suçlu hissetti, ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. Kızına bağırdı: " Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun? " Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve söyle dedi: " Ama babacığım, kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemistim. Hepsi senin icin babacığım." Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu. Gerçek anlamda bakmak gerekirse, herbirimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz.


*Alıntıdır.

Pazar, Ekim 22, 2006

BAYRAM

'kartpostal zaman'lardı !

m. mahzun doğan(pencere dergisi)

Postalı, kartpostaldan önce tanıdı... Çünkü, kartpostal kentlileşmiş yaşam biçiminin ürünüdür. Postanenin, telefonun ve elektriğin olmadığı bir köyde, kartpostal ne gezer! Gerçi, postalı tanıyışı, çocuk bedenine inen bir tepmeyle olmadı. Şanslı sayılır bunun için! Yeryüzünün nice zamanlarında, nice ülkede, postalı bedenine inen tepmeyle tanıyan çocuklar da vardı... Hâlâ da var... Gözlerini savaşlarla, kanla, sömürüyle kirletilmiş bir yüzyıla açmış olmasına karşın, postalı böyle tanımaması bir şanstı elbette...Okul, bakkal, muhtarlık binası, köy kahvesi, köy odasıyla çevrelendiği için köyün cazibe merkezi olan Dübekbaşı'ndan Uluyola bağlanan köy yolunda yürüyordu... Yalnız mıydı? Anımsamıyor şimdi... Anımsadığı iki jandarma... “Çift jandarma” geliyordu karşıdan. Ürkek ve şaşkın gözlerle baktı onlara... Yaz sıcağının altında olmalarına rağmen, ağır asker giysileri içindeydiler... Namlusu göğü döven tüfekler vardı sırtlarında, ayaklarında ağır ayakkabılar... Meğer postal denirmiş onlara... Sonradan öğrendi, köyün yaramaz delikanlılarından, kızlara laf atmasıyla, babasıyla kavga etmesiyle, köy kahvesinde en kabadayı halleriyle ünlü bir delikanlı askerden kaçmış yine... Bu kaçıncı kaçışıymış... Onu aramaya gelmiş jandarmalar.... Bulmuşlar mı? Kelepçeleyip götürmüşler mi? Sonu ne oldu? Hiçbir şey anımsamıyor. Henüz çok küçüktü... Belleğinde o görüntü duruyor. Ve nedeni ne olursa, nasıl tanımış olursa olsun, postalı, kartpostaldan önce tanıması, yaşadığı ülkenin gelişmişlik düzeyiyle ilgili bütün istatistiklerden güçlü bir veri onun için.
Kartpostalı tanıyışı mı? Orada da sanki, ülkesinin giderek dışa bağımlı hale gelişinin, ucuz emek pazarı oluşunun öyküsü gizli... Ders kitaplarında, sırtında mektup dolu çantalarla kapıları çalan postacılardan, uzaklardan selam getiren mektuplardan, kartpostallardan söz eden yazılar, öyküler vardı. Tıpkı, sokaklarda karşıdan karşıya geçmek için yaya kaldırımlarından, kırmızı, yeşil trafik lambalarından söz eden okuma parçaları gibi... Bunlar hiçbir şey söylemiyordu ona... Köy insanlarını, Pazar kurulduğu günlerde komşu ilçelere taşıyan köy minibüsü, Almanya'ya çalışmaya gidenlerin ailelerinde bulunan iki-üç traktörden ibaretti araba dünyası... Bir de, köyün altından geçen uluyolda, çok uzak ülkelerden, çok uzak ülkelere gidip gelen (Kentler, çok uzak birer ülke gibiydi onun için...) otobüsler, otomobiller... Ders kitaplarındaki okuma parçalarını okuyordu ama, trafik lambası, ne postacı yüzü gördüğü vardı, ne de kartpostal! Derken, gönderenin bulunduğu kentin en güzel, simgeleşmiş yerlerini gösteren, klasik kartpostallar yerine, üzeri tırtırlı, bakış açını değiştirdikçe üzerindeki görüntü de değişen süslü püslü kartpostallar gördü... Bir manzara, karlı bir dağ... Bakış açısını biraz değiştirince ya da kartpostalı elinizde oynatınca, o karlı dağ, baharın bütün güzelliğiyle donanıyordu... Biraz önce beşiğinde uyuyan çocuk, uyanmış size göz kırpıyordu... Garip bir kokuları da vardı. Tırtırlı yüzeylerine dokundu onların. Parmak uçları şaştı bu işe... Ne mene bir teknolojinin ürünüydü bu!
Yurtdışına, özellikle de Almanya'ya işçi göçünün hızlandığı, “Alamancı”lığın gözde olduğu yıllarda geçti çocukluğu... Köylerinden de Almanya'ya gidenler vardı. Radyoyu, teybi, pikabı, klasik gaz lambalarının cılız ışığı yerine, ortalığı ışıl ışıl aydınlığa boğan “lüks” lambalarını onlar sayesinde tanımıştı... Kartpostalı da... Almanya'dan gönderilmiş kartlardı bunlar... Uzaklarda, belki hiçbir zaman ulaşamayacağı uzaklıklarda, bambaşka bir dünya olduğunu, söylüyorlardı... Sonraları daha değişik kartpostallar tanıdı... Manisa'nın küçük bir ilçesinde, kırtasiye dükkânlarının önlerinde, tel tezgâhlarda sergilenen... Camiler, kent ve doğa görünümleri, Osmanlı padişahlarının portreleri, Osmanlılar dönemindeki savaşlar üzerine çizilmiş kahramanlık resimleri, at üzerinde elinde üç hilalli yeşil bayrak sallayan kahramanlar... Baygın bakışlı arabesk şarkıcılar; yeni yeni uyanan cinsel arzularını kışkırtan cesur dekolteli kadın şarkıcılar, sinema oyuncuları... Kıvrılarak uzayan güzelim boynuzlarıyla kınalı koçlar (kurban bayramlarına doğru özellikle bunlar öne çıkardı)... Boynunda fişeklik, başında kask, dişleri arasında süngü ile ekinler arasında sürünen “Kıbrıs Fatihi” mehmetçikler... Arkasında altıoklu bayrak, ellerini kürsüye dayamış konuşan mavi gömlekli “Karaoğlan”... Ve Yılmaz Güney kartpostalları: İki elinde de birer tabanca, bir gözünü kırpmış, hedefe doğrultmuş birini ya da beyaz gömlek, dikey çizgili ceket, hafif kırarmış saçlar, elleri kemerinde, mahzun mahzun bakıyor; bir şelalenin önünde, elinde tüfeği, belinde fişeklik, sakallı, başında fötrü; yakası neredeyse beline kadar açık beyaz gömleği, beyaz pantolonuyla bir sahilde oturmuş, gülümsüyor... Hele biri var ki: başında o meşhur fötr şapka, koyu renk gömlek giymiş. Boynunda beyaz fular. Sakallı... Fotoğrafta görünmese de, belli ki bir ayağı kayanın üzerinde, dizinin üzerinde tüfeği, öbür elinde yanan cigarası... Arkasındaki ağaçların arasından ışıldayan güneş.. Sabah yeni oluyor gibi... Ve elbette Atatürk fotoğrafları... Bunların içinde, doğa görünümleri ve Atatürk fotoğrafları dikkatini çekiyordu daha çok... Bir de Ecevit ve Yılmaz Güney katpostalları... Doğa görünümlerini ve Atatürk fotoğraflarını aile çevresine postalamak için alıyordu, Ecevit ve Yılmaz Güney kartpostallarını ise biriktirmek için... Yatılı okuldaki özel dolabının kapısının iç yüzeyine yapıştırırdı kimisini... (Zira orası, yaşadığı yatılı okul ortamında, kendine ait olan tek yerdi... Arada bir yapılan aramalar, kitaplarının, biriktirdiği kartpostallarının idareci öğretmenlerce alınması, özel yaşamına saygısızlık olsa da... Yeni bir aramaya kadar ona aitti dolap kapakları... Ruhunun vitriniydi...) Kimisini, anı defterine ve arkadaşlarının anı defterlerine yapıştırırdı...
***
Üniversite yıllarında, şairlerin portreleri ya da Picasso, Matisse gibi ressamların desenleriyle süslü siyah-beyaz kartpostallar, tutkusuydu. Birkaç seçme dize de içerirdi bu kartpostallar... Unutmuyor... 1989 Yılının 23 Nisan'ı, Pazar gününe denk gelmişti. Bu kez kendi ayaklarındaydı postallar... Askerdi. Çarşı iznine çıktığında ne çok almıştı bu kartpostallardan... “Doğu'nun Parisi” dedikleri, ona göre ise çarşı izinlerinde dolaştığı bir “Mecburiyet Caddesi”nden ibaret olan Erzurum'da, bu cadde üzerinde bir kitapçıda karşılaşmıştı onlarla... Üniversite Kitabevi'nde... Edip Cansever'in “Anlatamıyorum galiba / Hüzün değil yaz mutluluğu” ve Turgut Uyar'ın “toplanıp bir denizin / en güzel geçmişine / dünyayı ısıtalım / kendi güzel dünyayı” dizeleri o kartpostallardan kazındı belleğine...Bayram ya da yılbaşı öncesi haftalarda, sokaklar, kırtasiye önleri yine kartpostal tezgâhlarıyla dolsa da, eskisi kadar önünde eğleşen yok bu tezgâhların... Zaten o da, daha çok internette hazırlanmış, elektronik kartpostallar alıyor artık. Çocukluğunun tırtırlı yüzeyli kartpostallarında, fotoğraftaki dağın bir kış bir yaz mevsimini göstermesine bile şaşarken, şimdi, internet üzerinden aldığı kartlarda hareketli animasyonlar da var... Bu animasyonları izlemek için parmakları fareye dokunurken, çocukluğunun tırtırlı kartpostlarının yüzeyine dokununca yaşadığı şaşkınlığı yaşamıyor... “Ne mene şey şu teknoloji?”
diye de sormuyor artık! Teknolojinin ruhlarımıza kattıkları kadar, ruhlarımızdan götürdüklerini düşünüyor...Neredeyse bütün duygularının yoldaşı, dildeşi olan usta şaire “Kartpostal şairi” dediklerini de anımsıyor, her kartpostal sözcüğüyle... Bir başka usta, Can Yücel, sunturlu bir yanıt vermişti bu söze...
***
Teknolojiden yararlanan, ama ruhunda, “Kartpostal zamanlar”dan kalan duyguları yitirmeyen; gerçekte en güzel kartpostalın, tenden tene ulaşan duygularda gizli olduğunu bilenlere, bize merhaba!

Cuma, Ekim 20, 2006

Pul Pul

Sag gözü agladi önce, durdugu yerde,
Ne acidigindan, ne de kederinden;
Zati ilk düsen damlada
Ne insanlar, ne kendisi vardi...

Kostular çirilçiplak,
Magara duvarlarina çizilmis ceylan gözleri,
Kostular, kostular sahile;
Ilk düsen damlada deniz vardi...

Sasirdilar, utandilar da birbirlerinden
Daldilar, daldilar derine
Nefesleri, nefesleri kesilinceye dek;
Isikli bitkiler içinde Isikli baliklar gördüler,
Sasirdilar, sasirdilarda ...
Zati ilk düsen damlada günes vardi...

CAN YÜCEL

Kabir - Işık Menderes ( *Radikal Cumartesi )

Kendisini merakla bekleyen sultanın huzuruna çıktığında, protokolün gerektirdiği reveransları yapmamış, hükümdarı sıradan bir adammış gibi selamlamıştı. Bu cüretkâr hareketinin ardındaki neden sorulduğunda, "Dünyada tek bir kral vardır, O da Tanrı'dır," demiş, Müslümanın da, Hindunun da içinde yaşayanın aynı Tanrı olduğunu sözlerine korkusuzca eklemişti.
Sultan, düşüncelerini mertçe belirtmekten çekinmeyen bu aşk erbabını oracıkta affetmişti ama, iş orada bitmemişti. Kast ve itikat farkı gözetmeyen; "Sevgisiz bir din sapkınlıktır; tefekkürsüz yapılan yoga, ödenen kefaret, tutulan oruç, verilen zekât saçmalıktır," diyecek kadar ileri gidebilen; keskin sözleri, tavizsiz davranışlarıyla etrafına hayli kalabalık bir inançlı gurubu toplayan asi bir mistiğin hassas güç dengelerini altüst etmesi alışılmış bir şey değildi. Bundan son derece rahatsız olan dini liderler, bir araya gelerek onu sapkınlıkla itham etmekte gecikmediler.
Suçlamaları müstehzi bir gülümsemeyle karşılamış, sonra da düşmanlarını iyice çıldırtan bir pervasızlıkla şöyle demişti: "Tüm yaşamım boyunca, Müslümanları ve Hinduları Tanrı'nın tekliğine inandırmaya çalıştım. El ele tutuşup var olan her şeyin Efendisine tapmaları için yalvardım. Ama onlar, benim bu yakarışımı reddettiler. Kralların Kralı'nın meclisinde birlikte durmayı asla beceremediler. Bugün, herkes gibi fani olan dünyevi bir kralın meclisinde birleşmeyi başardıklarını görmek eğlendiriyor beni..."
Bu kadarı artık fazlaydı. Ebediyen susması gerektiğine karar verildi. Onu zincirlerle bağlayıp, ülkenin en kutsal nehrine attılar. Bir mucize eseri zincirlerinden kurtulup su yüzüne çıktığında, devasa bir filin önüne sürdüler. Yine ölmedi. Hareket etmemekte direren filin kalbinde Tanrı'nın yaşadığını söyleyince, bu sefer ateşi denediler. Suyun boğamadığı, filin ezemediği bir adamı ateş de yakamayacaktı elbette...
Herkes dehşet içinde kalmıştı. Vicdan azabından kıvranan sultan, bakışlarını yere odaklayarak, "Lütfen beni affet," diye yalvardı, "Yüceliğini hemen fark edemedim..."
"Kendini suçlama," diye cevap verdi adam, "Tanrı böyle istedi. Üzülme artık, Ey Sultan! Olanları unut. Tanrı sadece aşk ve merhamettir. Gerçek pişmanlıklar, O'nun meclisinde her zaman ödüllendirilir."
Okuduğunuz bu hikâyenin kahramanı bir düş ürünü değildir.
O, ölümsüz ve benzersiz Kabir'in ta kendisidir. Adı bizim diyarda pek anılmasa bile, kendisi dünyanın en büyük mistik şairlerinden biri kabul edilir. İnsanı can evinden vuran beyitlerinin özelliği, anlam ve kavram kargaşası yaratmayan sözlerinin sadeliğinde gizlidir.
Fazla konuşmak ve sessiz kalmak iyi değildir.
Ne aşırı yağmur yararlıdır, ne de aşırı güneş...
Oh Kabir, bire sarılıp ikisinden de uzak dur,
Aşırı sıcak olan şeyler ve aşırı soğuk olan şeyler,
Her ikisi de zararlıdır,
Tıpkı ateş gibi...
15. yüzyılda yaşayan Kabir, Müslüman bir ailede yetişmişti. Anlatılanlara göre, onu eğiten Ramanand adlı bir Hint ermişiydi. Kutsal metinlerle pek ilgilenmediğinden olsa gerek, Hinduizm ile İslam arasındaki duvarları yıkabilmeyi en azından kendi içinde başararak aydınlanabilmişti. Öğretisinin evrenselliği de zaten buradan geliyordu. Ön yargıları, hücrelere nüfus eden o korkutucu dogmatik yapıyı, şahsına mahsus bir maharetle yok edebiliyordu...
Dervişin biri onunla görüşmeye gelmişti. Ermişin bahçesinde gezinen domuzu görünce, sinirinden ne yapacağını kestirememişti. Sözde Tanrı âşığının bu halini gören Kabir, "Ben, kirli olanı evimin dışında bırakmıştım," dedi, "Oysa sen, kalbinin içinde ona sığınak verdin. Gözlerin bana duyduğun hiddet ve kinle parlamadı mı? Öfke ve nefret dinin ilkeleri içinde midir? (...) Evrendeki hiçbir varlık hor görülmek için yaratılmamıştır. Tanrı'nın gözünde hiçbir varlık kirli değildir; keza her varlık, O'nun tasarladığı planın gerçekleşmesi için yaratılmıştır."
Kabir, çorak ruhların susuzluğunu giderecek bir vahadır. Onu okuduğunuzda yüreğinizin acıdığını hissedeceksiniz. Sonsuzluktan akan sevgisiyle kalbinizin en gizli köşelerine sirayet edebildiği için.

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Kendini Görmek

Aynalar; hayatımızın her odasında duvar yerine kullanıyoruz neredeyse. Sabah kalkıp yüzümüzü yıkadığımızda hemen ayanaya bakıyoruz o zaman gözümüze çarpan bir sivilce ne kadar da canımızı sıkıyor değil mi? Aynı şekilde traş olurken yüzümüzün adeta sinek kaydı şeklinde olması için pür dikkat gösteriyoruz ayna karşısında. Ayna karşısında kaşlarımızı alırken veya saatlerce makyaj yaparken amaç güzelliğimiz daha ön plana çıkarmak , dikkat toplamak ve bir anlamda diğer insanlarca takdir toplamak değil mi?

Düşündüğümüzde bir gün içerisinde esasen defalarca yüzüyüze geliyoruz aynalarla ve hatta şaşırıyoruz bazen daha önce gözümüzden kaçan ufak şeyleri fark ettiğimizde. Aynalarla ne kadar karşı karşıya gelsek te çoğu zaman kendimizi görmekten kaçıyoruz gördüğümüz cildimizden, yüzümüzden öteye gitmiyor. Ayna kelimesi Azerbaycan Türkçesinde gözgü kelimesi ile çok uyumlu. Gözün görme fonksiyonu ortaya çıkıyor. Göz her gün yüzü de görmeli ruhu da görmeli. En mühimi de bu ; bir nevi görünmez adam gibi bir şey. Bu görünmez Adam dikkat edilir ve istenirse görünür. Asıl görmek bu olsa gerek. İnsan önce içini görmeli dışını görmezden önce.

İnsan kendini gördüğünde yüzündeki kılların uzunuluğunu da kaşlarının ne kadar alınması gerektiğin de daha iyi görecektir belki de. Her şeyden yanından geçen insanı fark edecek onu görecektir. İnsan dediğin gözgüde kendini görmekten korkmamalı.

Pazartesi, Ekim 16, 2006

ONLARI GÖRDÜM

Bir yerinde yaşamın,
birileri,
Bittiğini anlatıyorsa
Durmadan sevdaların,
ve az buçuk tutunduğumuz
Yerinden
Basıyorsa yüreğimize
Direnmek gerek Dostlar !
Gerek ki hem de nasıl...

Hani Diyor ya usta ;
" O iyi insanlar, o güzel atlara
binip gittiler...."
Ya gitmemişler.....
Gittilerse de dönmüşler.....
Sevdaları zulalarında,
Kavuşacakları günü
Beklemekteler.

Tayfun TALİPOĞLU

Pazar, Ekim 15, 2006

Mide Bulantısı -Fransa Üzerine

Bir konudan ikrah gelmesi eminim sizde de olmuştur. Sorun diye sürekli önümüze çıkıyor, ama içi boş, bomboş. Temeli olmayan, ama durmadan üstüne bir şeyler eklenen, durmadan yükselen garip bir bina gibi. Değil estetiği, şekli bile yok. Kâbuslardan oluşmuş, oluşturulmuş. İlk yalana yeni yalanlar katılmış, her yalan tekrarlandıkça gerçeğin yoğunluğunu kazanmaya başlamış.
Küçük yalanlar büyümüş. Yalanlara inananlar inanmayanlardan nefret etmiş. Gerçekleri inkârla suçlamış. Olayı seyredenler, kendini yerden yere atıp yalan dünyasını savunanı, bazen acıdıklarından, bazen de kendi yalanlarını örtmek için desteklemeye başlamışlar. Yalanın doğru olup olmadığını konuşmayı bile tehlikeli bulup yasaklamaya kalkışmışlar vb.
Hikâye nasıl mı bitecek? Bireylerin bile psikanalizi çok zorken, toplumların patolojisini nasıl tedavi edebilirsiniz?
Hz. İsa sırtına yüklenmiş ağır hacın altında ezilmiş, çarmıha gerilmek üzere yokuş yukarı yürütülürken, yolun iki kenarına toplanmış kalabalık kendisine tükürüyor, hakaret ediyordu. İncil'e göre, İsa 'Allah'ım onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar' diye mırıldanmış. Daha sonra İsa'nın dinini benimseyenler 'ne yaptıklarını bilmeden' inanılmaz kötülükler yaptılar. Fransız meclis oylaması vesilesiyle hâlâ ne yaptıklarını bilmedikleri anlaşılıyor.
Fransız halkının çoğu, diğer Avrupa halkları gibi, Türklerin Ermenilere soykırım yaptığına inanıyor.
Bu gerçeği itiraf etmemizi istiyor. Tıpkı Chirac Fransa'sının zenci ticareti, sömürgecilik, Cezayir olayları ve Yahudi soykırımında yaptığı ya da yapmış gibi gösterdiği gibi. Zira Fransa, sanıldığının aksine, tarihte işlediği suçları gerçek boyutlarıyla itiraf edip, özür dilemiyor. Aslında tarihle pazarlık yapıyor. Papon, Vichy yönetiminin kaymakamı olarak 1600 Yahu'diyi, Nazi Drancy kampına teslim ettiği için, soykırıma iştirakten değil, insanlığa karşı suçtan, o da 84 yaşındayken (1998) hüküm giydi. Suçları bilindiği halde, De Gaulle zamanında getirildiği Paris Emniyet Müdürlüğü'nde barışçı gösteri yapan 200 Cezayirli genci (kendi ifadesiyle 'sadece' 80 civarında) Sen Nehri'ne atarak boğulmasını sağladı. Yetmedi, Giscard D'Estaing tarafından Maliye Bakanı yapıldı. Papon'dan daha önemli görevlerde Yahudi soykırımına katkıda bulunan Bousquet, kendisi gibi bir Vichy memuru olan Mitterrand'ın dostuydu, yaptıkları açığa çıktığında intihar(?) etti. Kilise Paul Touvier adlı Nazi'yi yıllarca sakladı. Fransa çıkardığı bir yasayla sömürgeciliğin uygarlığa katkıda bulunduğunu iddia ediyor ve Cezayir soykırımını reddediyor.
Irkçı ve Holoskost inkârcısı Le Pen geçen seçimin ikinci turunda Chirac'ın karşısında yarıştı. Irkçı akımın gelişmesini engellemek isteyen diğer partiler, önce söylemlerinde, sonra da icraatlarında aşırı sağa kaymaktan kurtulamadılar. Parçalı Fransız parti sistemi ve kamuoyu giderek yabancı düşmanı ve ırkçı görüşlere kaydı. Bugün anketlerde Fransız halkının üçte ikisi, sanki bir meziyetmiş gibi, açıkça ırkçı olduğunu kabul ediyor. Fransızların ırkçı yaklaşımı içlerindeki Müslüman diyasporayı entegre etmelerine imkân vermiyor. Gettolarda yaşayan, devletle ilişkisi polisten ibaret olan, yüzde 50'si işsiz genç Müslüman nüfus, geçen yıl isyan etti. Fransızların hemen hepsi, politik elit ve basının büyük kısmı olayın sorumluluğunu Müslümanlara attı.
Bu şartlarda ikide bir Fransız devrimine ve Aydınlanmaya gönderme yapıp, Fransa'yı demokrasi ve özgürlüklerin beşiği saymak, gelişmeleri takip etmeyenlerin aymazlığından ibaret. Aynı şekilde 'asırlık dostluk' gibi safsataları da bir yana bıraksak iyi olacak.
Fransa günlük reformları bile yapamıyor. Yaşlanıyor. Hastalıklı bir bencillikle içe dönüyor. Dünyadaki ve AB'deki yerini kaybetmekten korkuyor. İşte mazisini ve halini taşımaktan aciz bu Fransa, tüm nefret, endişe ve korkularını atmak için muhtaç olduğu hedef grubu Türkiye'de buldu. Zaten Türkler, Fransa'nın tarihi ötekisiydi.
Bu Fransa bizim AB üyeliğimizi kaldıramaz. Fransa'ya acıyalım ve üyelikten vazgeçelim.

*Gündüz AKTAN-Radikal Gazetesi Yazarı

Acele Karar Vermeyin!...

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..

"Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...

İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?"

Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler.

"Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.

"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.

Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

"Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz .

*Alıntıdır

Perşembe, Ekim 12, 2006

RUHUMUZU YAKALAMAK

Meksika'da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızlı tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar, sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...

Neden içimizde hep bir eksiklik duygusuyla yaşadıgımızı, neden mutlu olmayı beceremedigimizi, neden kendimiz olmayı başaramadığımızı ve "neden" ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkalar'ın yaşlı torunu. Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz...

Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız. Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.

Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimizde sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

Gerçekte hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor, işlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte! Bence doğanın kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkca, o da bizden bütün zamanları çalıyor.

Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var? Hayat yalnız biz izin verdigimiz gibi geçer. İyi ya da kötü, hızlı ya da yavaş... Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

Esra Tezcan

Simurg



“… Günlerden bir gün, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelirler. Toplanan kuşların arasında hüthüt, kumru, dudu, keklik, bülbül, sülün, üveyk, şahin ve diğerleri vardır. Amaçları, padişahsız hiç bir ülke olmadığı düşüncesiyle, kendilerini yönetmek üzere bir padişah seçmektir.
Hüthüt söze başlar ve Hz.Süleyman’ın postacısı olduğunu belirttikten sonra; kuşların Simurg adında bir padişahları olduğunu söyler. Ama, hiç bir kuşun haberlerinin olmadığını, herkesin padişahının daima Simurg olduğunu belirtir. Ancak, binlerce nur ve zulmet perdelerinin arkasında gizli olduğu için bilinmediğini ve onun “bize bizden yakın, bizimse uzak” olduğumuzu anlatır. Simurg’u arayıp bulmaları için kendilerine kılavuzluk edeceğini ilave edince; kuşların hepsi de hüthütün peşine takılıp onu aramak için yollara düşerler. Kuşların hepsi de Simurg’un sözü üzerine yola revan olurlar…

Ama, yol çok uzun ve menzil uzak olduğundan; kuşlar yorulup hastalanırlar. Hepsi de, Simurg’u görmek istemelerine rağmen, hüthütün yanına varınca “kendilerince geçerli çeşitli mazeretler söylemeye” başlarlar. Çünkü, kuşların gönüllerinde yatan asıl hedefleri çok daha basit ve dünyevî’dir (!) Örnek olarak, bülbülün isteği gül; dudu kuşunun arzuladığı abıhayat; tavuskuşunun amacı cennet; kazın mazereti su; kekliğin aradığı mücevher; hümânın nefsi kibir ve gurur; doğanın sevdası mevki ve iktidar; üveykin ihtirası deniz; puhu kuşunun aradığı viranelerdeki define; kuyruksalanın mazereti zaafiyeti dolayısıyla aradığı kuyudaki Yûsuf; bütün diğerlerinin de başka başka özür ve bahanelerdir.

Bu mazeretleri dinleyen hüthüt, hepsine ayrı ayrı, doğru, inandırıcı ve ikna edici cevaplar verir. Simurg’un olağanüstü özelliklerini ve güzelliklerini anlatır.

Hüthüt söz alır ve şunları söyler. Söyledikleri, ayna ve gönül açısından ilginçtir:

Simurg, apaçık meydanda olmasaydı hiç gölgesi olur muydu?Simurg gizli olsaydı hiç âleme gölgesi vurur muydu?Burada gölgesi görünen her şey, önce orada meydana çıkar görünür.Simurg’u görecek gözün yoksa, gönlün ayna gibi aydın değil demektir.Kimsede o güzelliği görecek göz yok; güzelliğinden sabrımız, takatımız kalmadı.Onun güzelliğiyle aşk oyununa girişmek mümkün değil.O, yüce lûtfuyla bir ayna icad etti.O ayna gönüldür; gönüle bak da, onun yüzünü gönülde gör!

Hüthütün bu söylediklerine ikna olan kuşlar, yine onun rehberliğinde Simurg’u aramak için yola koyulurlar.

Ama, yol, yine uzun ve zahmetli, menzil uzaktır…

Yolda hastalanan veya bitkin düşen kuşlar çeşitli bahaneler, mazeretler ileri sürerler. Bunların arasında, nefsanî arzular, servet istekleri, ayrıldığı köşkünü özlemesi, geride bıraktığı sevgilisinin hasretine dayanamamak, ölüm korkusu, ümitsizlik, şeriat korkusu, pislik endişesi, himmet, vefa, küskünlük, kibir, ferahlık arzusu, kararsızlık, hediye götürmek dileği gibi hususlarla; bir kuşun sorduğu “daha ne kadar yol gidileceği” sorusu vardır.

Hüthüt hepsine, bıkıp usanmadan tatminkâr cevaplar verir ve daha önlerinde aşmaları gereken “yedi vadi” bulunduğunu söyler. Ancak, bu “yedi vadi”yi aştıktan sonra Simurg’a ulaşabileceklerdir. Hüthütün söylediği, “yedi vadi” şunlardır.

VADİLER
MERHALELER
1.Vadi
İstek
2.Vadi
Aşk
3.Vadi
Marifet
4.Vadi
İstigna
5.Vadi
Vahdet
6.Vadi
Hayret
7.Vadi
Yokluk (Fenâ)
BEKÂ

Kuşlar gayrete gelip tekrar yola düşerler…

Ama, pek çoğu, ya yem isteği ile bir yerlere dalıp kaybolur, ya aç susuz can verir, ya yollarda kaybolur, ya denizlerde boğulur, ya yüce dağların tepesinde can verir, ya güneşten kavrulur, ya vahşi hayvanlara yem olur, ya ağır hastalıklarla geride kalır, ya kendisini bir eğlenceye kaptırıp kafileden ayrılır.

Bu sayılan engellerin hepsi de Hakikât yolundaki zulmet ve nur hicaplarıdır.

Bu hicaplardan sadece otuz kuş geçer.

Bütün vadileri aşarak menzil-i maksudlarına yorgun ve bitkin bir halde uzanan bu kuşlar, rastladıkları kişiye kendilerine padişah yapmak için aradıkları Simurg’u sorarlar.

Simurg tarafından bir görevli gelir…

Görevli, otuz kuşun ayrı ayrı hepsine birer yazı verip okumalarını ister. Yazılarda, otuz kuşun yolculuk sırasında birer birer başlarına gelenler ve bütün yaptıkları yazılıdır.
Bu sırada, Simurg tecelli eder…

Fakat, otuz kuş, tecelli edenin (!) bizzat kendileri olduğunu; yani, Simurg’un mânâ bakımından otuz kuştan ibaret olduklarını görüp şaşırırlar.

Çünkü, kendilerini Simurg olarak görmüşlerdir.

Kuşlar Simurg, Simurg da kuşlardır.

Bu sırada Simurg’dan ses gelir:

“Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Daha fazla veya daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Çünkü, burası bir aynadır!”

Hasılı, otuz kuş, Simurg’un kendileri olduğunu anlayınca; artık, ortada, ne yolcu kalır, ne yol, ne de kılavuz...

Çünkü, hepsi BİR’dir.

Aynı, aşıkla, maşukun aşkta; habible, mahbubun muhabbette; sacidle, mescudun secdede; bir olması gibi...

Aradan zaman geçer, “fenâda kaybolan kuşlar yeniden bekâya dönüp”, yokluktan varlığa ererler…”

Kuşdili sembolizması yukarıda özetlenmiştir.

Attar, “ölümden sonraki ölümsüzlüğün sırrına” lâyık olacakların bilinciyle; ancak, bunları yazabilir Kuşdili olarak; sembolik lisanla!

Tabiî ki, okuyup da anlayanlara (!)...

Kuşdili, mesnevî anlam ve kapsam olarak zengin bir sembolizmadır.

Kuşlar, “Hakikât Yolunun Yolcuları” ; Simurg, “Hakikât” olarak tanımlanır. İnsan ömrünün engebelerine eşdeğer merdiven basamaklarını çıkabilmek ve sonunda ancak çok az kişinin hedefine ulaşabilmesi şeklinde düşünülebilir. Bunlar, tekamül merdiveninin, İstek’ten Fenâ’ya doğru çıkan basamaklarıdır. Açıklandığı gibi, kuşların bazıları, Fenâ’dan daha ileri gide­rek Fenânın da Fenâsını, yani Bekâ'yı idrak eder.

Sembolik evrende terk etme , yegâne kemalât yoludur.

Bu sembolizmada, kuşlar sâlikleri, kılavuz Hüdhüd kuşu mürşidi temsil eder. Sîmurg (otuz kuş), yani Anka ise, Allah'ın zuhûr ve taayyünü­dür.


*Feridüddin Attar'ın Mantıku't-Tayr (Kuş Dili) İsimli kiabından özet alıntıdır.

Berceste

Cennet için men eden âşıkları dîdârdan

Bilmemiş ki cenneti âşıkların dîdâr olur

Fuzûlî


*Açıklaması: Cennetten uzaklaştırdığı gerekçesiyle âşıkları sevgilinin didarına (yüzüne) bakmaktan alıkoyan kişi bilmiyor ki âşıkların cenneti sevgilinin yüzüdür!...

Salı, Ekim 10, 2006

Sokrates'ten dostlar üzerine

Sokrates bir ev yaptirmis nasilsa;
Es dost baslamis kusur bulmaya:
Kimi icini begenmemis:
Kizmayin ama demis;
Saniniza layik degil odalari.
Kimi cephesine catmis:
Karsidan gorunus berbatmis.
Hepsine gore de cok darmis bu ev.
Kim sigarmis bu kulubeye?
Koca Filozof: Ah, demis, keske bu evin alabilecegi kadar Gercek dostum olsa !
Sokrates'in sozu yerinde;Bir ev dolusu gercek dost nerede?
Sozde herkes dost, ama gel de inan.
Dosttan bol sey de yok dunyada,Dosttan az sey de.


La Fontaine

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Saklanan Duygular Üzerine



Çoğumuz (genellikle de erkekler) duygularını saklamanın daha doğru olduğunu sanıp ne kadar yanılıyoruz değil mi?
Oysa sevgi beslenmeli, karşılıklı özveriyle desteklenmeli. Her gün yeni bir sürpriz için çaba sarf edip sevgiyi yaşatmak için emek vermeli.
Ama ne yazık ki evliliklerde garanti gözüyle bakıp hiç emek harcamadığımız gibi hesapsızca tüketip, har vurup harman savuruyoruz sevgileri.
Ne yazık...
Oysa ne zor bulunur seviler. Özellikle karşılıklı olanı yakalamak ne küçük bir olasılık. Ama kaybetmek ne kadar kolay ve çabuk. Koca bir sevginin katili oluveriyoruz çarçabuk. Bence sevgi katilleri de yargılanmalı ve cezaya çarptırılmalı. Çünkü kapanması ve onarımı olanaksız bir ton yara bırakıyor ardında.
Sonra bir ton da yaralı insan…
Öleceğiz zannedip ölmüyoruz acısından. Ama sürüm sürüm sürünüyoruz…
Sonrasında yeni sevdalara kuşkuyla bakıp olası mutluluklara kapatıyoruz pencerelerimizi…
Korunmak adına anlamsız kaçak güreşler daha da yoruyor insani.
Şöyle kararlı, tutup koparı verecek, ayaklarımızı yerden kesecek kadar cesur birini bekleyip ömür tüketiyoruz. Bir de bakıyoruz ki yolun sonuna gelivermişiz.
Ne çabuk geçmiş zaman.
Ne kolay tüketilmiş sevdalar.
Ne hesapsız harcayıp ne derin yaralar açmışız.
Bir o kadar yara da biz edinmişiz hayattan. Hayatin son durağında, mevsim çoktan kışa dönmüş, gelecek vasıtayı bile kestiremez olmuşuz.
Neyin adına peki?..Ahh… Korunma iç güdüsüyle sakladığımız sevgiler ahh...
Üstelik taze tüketilmesi gerekirken saklamaya kalkıştığımız, hemde saklama koşullarına da uyulmadığından çürümüş, kokuşmuş, çürüdükçe de etrafını çürütmeye devam eden, tümörleşen, duygu depocukları ne çok canimizi acıtmış. Bize sunulmadan bayatlamış ve sunulduğunda da besin zehirlenmesine yol açmış sevgiler.
Hayat ne bayat noktasına gelmişiz bu yüzden. Ve ne kadar geç kalmışız hayata.
İşte hayat bu.
Ben de galiba hayat ne bayat noktasında, gelecek vasıtayı kestiremiyorum artık. Umarım siz tazeyken tüketmeyi becerebilirsiniz duygularınızı ve hayat arkadaşınızı
besin zehirlenmesinden kurtarırsınız.

Çok mutlu olmanız dileğiyle....

CAN DÜNDAR

Çok Boyutlu İnsan



İnsanlık bir yol ayrımına gelmiş durumdadır. Tek boyutlu insanı yaşadık ve tükettik.

Artık daha zengin insanlar olmamız gerekiyor. Üç boyutlu olmalıyız. Ben buna üç kelime diyorum. İlk kelime, bilinç. İkinci kelime, tutku. Üçüncü kelime ise, yaratıcılıktır.

Bilinç, varoluştur. Tutku, duygu. Yaratıcılık ise, eylem. Benim derin insan vizyonum, bu üçünü bir arada görmektir. Sana gelmiş geçmiş en büyük iç mücadeleyi, tamamlanması en zor görevi veriyorum. Buddha kadar aydınlık, Krişna kadar sevgi dolu ve Michelangelo ya da Leonardo Da Vinci kadar yaratıcı olmalısın. Hepsini aynı anda olmak zorundasın. Ancak o zaman tam tatmine ulaşırsın. Aksi halde içinde hep bir şeyler eksik kalacak. Ve içindeki o eksik parça, seni dengesiz ve tatminsiz kılacak. Eğer tek boyutluysan, çok yüksek bir zirveye ulaşabilirsin. Ancak sadece bir nokta olursun. Ben senin tek bir zirve değil, Himalaya gibi sıradağlar olmanı istiyorum.

Tek boyutlu insan başarısız oldu. Güzel bir dünya yaratmayı başaramadı. Dünya üzerinde cenneti kuramadı. Başarısız oldu. Hem de çok. Birkaç güzel insan yarattı, ama insanlığı değiştiremedi. İnsanoğlunun toplu bilincini yükseltemedi. Sadece birkaç birey, çeşitli yerlerde aydınlandı. Bu artık bir işe yaramayacak. Daha çok aydınlanmış insana ihtiyacımız var. Hem de üç boyutlu aydınlanmış insanlara.

Benim yeni insan tanımım budur.

Buddha bir şair değildi. Ancak yeni insanlıkla, bundan sonra Buddha olacak insanlar, aynı zamanda şair olacak. Şair dediğim zaman, şiir yazma anlamında söylemiyorum. Şiirsel olmak gerektiğini söylüyorum. Hayatın şiirsel olmalı. Yaklaşımın şiirsel olmalı.

Mantık kurudur. Şiirsellik ise canlı. Mantık dans edemez. Mantığın dans etmesi imkansızdır. Mantığın dans etmesini izlemek, Mahatma Gandhi’nin dans etmesini izlemek gibi olur. Çok komik görünür. Şiirsellik ise dans eder. Şiir, kalbinin dansıdır. Mantık sevemez. Sevgiden söz edebilir ama sevemez. Sevgi mantıksız olarak görülür. Sadece şiir sevebilir. Sadece şiir, sevgi ikileminin içine atlayabilir. Mantık soğuktur. Hem de çok soğuk. Matematik söz konusu olduğu zaman işe yarar. Ancak insanlığa gelince pek faydalı değildir. Eğer insanlık fazla mantıklı olursa, insanlık kaybolur. O zaman ortada insanlar değil, rakamlar olur. Değiştirilebilir rakamlar.

Şiir, sevgi ve duygu, sana bir derinlik ve sıcaklık verir. Soğukluğunu kaybeder ve erirsin. Daha bir insan olursun. Buddha bir süper insandı. Bu konuda hiçbir kuşku yok. Ama insan boyutunu kaybetti. Dünya dışı oldu. Dünya dışı olmanın güzelliğini barındırmasına rağmen, onda Yunanlı Zorba’nın güzelliği yok. Zorba, çok dünyevi. Ben ikisini birlikte yaşamanı istiyorum. “Buddha Zorba” ol. İnsan meditasyon yapmalı, ama duyguya karşı olmamalı. Sevgiyle taşan, duyguyla dolu bir meditasyoncu olmalı. Ve insanın yaratıcı olması gerekir. Eğer sevgin sadece bir duyguysa ve eyleme dönüşmüyorsa insanlığı etkilemeyecektir. Onu maddeye dökmeli ve gerçekleştirmelisin. Senin üç boyutun bunlardır. Varoluş. Duygu. Eylem. Eylem, yaratıcılığı barındırır. Her türlü yaratıcılığı. Müzik, şiir, resim, heykel, mimari, bilim, teknoloji. Duygu, estetik olan her şeyi kapsar. Sevgi, güzellik. Varoluş ise, meditasyonu, farkındalığı ve bilinci barındırır.

OSHO

Rahatı kaçan Ağaç



Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın.

Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsim, rüzgârı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı.

Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.

Melih Cevdet Anday

Pazar, Ekim 08, 2006

Fotoğrafın Dili

Bu fotoğraf Aganistan'da çekilmiş bir fotoğraf; "waiting for freedom" isimli bir fotoğraf. Fotoğraf gayet etkileyici: barış simgesi olarak nitelendirilen onlarca güvercin ve onların tam ortasında burka içinde bir anne ve hemen yanıbaşında çocuğu, onlar sürekli kendilerine geleceği söylenen özgürlüğü bekliyorlar kimbilir bu bekleyiş daha nice insan ölümüne mal olacak.

BEBEKLERİN ULUSU YOK

İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu

Bebeklerin ulusu yok

Başlarını tutuşları aynı

Bakarken gözlerinde aynı merak

Ağlarken aynı seslerin tonu

Bebekler çiçeği insanlığımızın

Güllerin en hası, en goncası

Sarışın ışık parçası kimi

Kimi kapkara üzüm tanesi

Babalar, çıkarmayın onları akıldan

Analar, koruyun bebeklerinizi

Susturun, susturun söyletmeyin

Savaştan, yıkımdan söz ederse biri.

Bırakalım sevdayla büyüsünler

Serpilip gelişsinler fidan gibi

Senin, benim hiç kimdenin değil

Bütün bir yertyüzünündür onlar

Bütün insanlığın gözbebeği.

İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu

Bebeklerin ulusu yok

Bebekler çiçeği insanlığımızın

Ve geleceğimizin biricik umudu.

Ataol Bahramoğlu

Cuma, Ekim 06, 2006

Aç Kalmak

2 Öğün yemek yemeyince aç kaldım diye veryansın ediyoruz.; sürekli yemek hayali kuruyor ertelediğimiz yemek vaktine kaç dakika kaldığını hiç aklımızdan çıkarmıyoruz. Vakit te geçmek bilmiyor sürekli açlığımızı düşününce.

Midemizi düşündüğümüz bu vakitte aklımızla düşüncelere dalsak göreceğiz esasen uzun zamanlar kenidimizce nelere aç kaldığımızı. Düşünsenize gerçek sevdalara açız tükenişi olmayacak; uzak kalsan da bitmeyecek varlığı varlığımıza denk. Düşünün bir kez ne kadar da çok gözyaşlarımızı erteledik durduk. Hep gözyaşlarını varlığımızın vitrininin iflası olarak niteledik. Şimdi böyle niteleyenlere sesleniyorum: "Bu iflası daha ne kadar ertelebilirsiniz? ". Varsın iflas etsin . Kimi zaman gülüşümüzü sakladık, tebessümümüzü gizledik. Aman farklı anlaşılır dedik. Korkularımızı ise karanlığa fısıldadık.

Aç bıraktık kendimizi ; tükenmeyecek sevdaları yok gördük, gözyaşlarının varlığını unuttuk gözlerimizi aç bıraktık, gülümsemeyi unuttuk kalbimizi aç bıraktık, korkularımızdan kaçtık rüyalarımız aç kaldı. Biz bu kadar uzun süre açlığa nasıl tahammül ediyoruz. İftar vakti ne zaman bileniniz var mı?

Perşembe, Ekim 05, 2006

Hayat Aceleye Gelmez

Yıllar önce, çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacıyla çok uzaklara gitmiş ve yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş.Yolda yürürken köşe başında birisi "Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe" diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: "Nasıl olur, bir nasihati bin akçeye satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim". Bu işepek aklı ermemiş ama merak işte. Duramamış ve adama bin akçe vererek o nasihati satın almış.

Nasihat şöyleymiş: "KADERDE NE VARSA O ÇIKAR". Ve yoluna devam etmiş...

İlerde yine köşe başında başka bir adam bağırıyormuş "bir nasihat bin akçe" diye. Adam yine dayanamamış bin akçe de o adama vermiş ve ikinci nasihatı da satın almış.

İkinci nasihat da şöyleymiş: "GÖNÜL KİMİ SEVERSE GÜZEL ODUR"

Son kalan bin akçesi ile yoluna devam etmiş. Tam şehrin çıkışında yine köşe başında bir adam bir nasihati bin akçeye satıyormuş. Adam bir parasına bakmış, bir de nasihatı satan şahsa, dayanamamış ve kalan son akçesiyle de o nasihatı satın almış.

Son nasihat ise şöyleymiş: "HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ".

Parasız yoluna devam etmiş. Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karşılaşmış. Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki: Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı. Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye".

Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş. "Kaderde ne varsa o çıkar". Aşağı inmeye karar vermiş.

İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş. Demiş ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım. "Bir dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın, diğer dizine de kurbağa koymuş ve "söyle bakalım hangisi güzel?" demiş.
Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve "gönül kimi severse güzel odur" demiş.


Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar, kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Almışlar krala götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler.
Adam yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış.


Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün; karısı genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş : "Hiç bir iş aceleye gelmez".
Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten sonra karısına o genci sormuş. Kadın da: "Bey, sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun" demiş.


Hayat Aceleye Gelmez.

Mesnevi'den

Sevmek

Sevmenin tabakaları, muhabbet, aşk ve dert olmak üzere üç derecedir;

- Muhabbet odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse kaydında değildir.

- Aşk odur ki , mahbubunu görürse memnundur, görmezse mahzundur.

- Dert odur ki, mahbubunu görürse de mahzundur, görmezse de mahzundur.


* İskender PALA'nın Kitab-Aşk isimli kitabından alıntıdır.

Çarşamba, Ekim 04, 2006

Site Tavsiyesi

Hatırlar mısınız bizler lisede iken veya daha öncesinde ingilizce öğretmenlerimiz bizlere mektup arkadaşları bulurdu. Çoğu arkdaşım özellikle mektup arkadaşından hediye almak için yazardı, ingilizceyi geliştirmek ancak ikincil bir amaçtı. Buna benzer bir amaçla yola çıkan bir internet sitesi var şimdi: postcrossing.com

Siteye üye olduktan sonra beş adet kartpostal gönderebiliyorsunuz. Her kartpostalın bir Id numarası mevcut. Sitenin seçtiği kişiye kartpostalı gönderiyorsunuz, kartpostalı alan kişi de siteye Id yi giriyor , böylece yeni bir karpostal daha atabiliyorsunuz. Sitenin amacı bir anlamda kartpostal arkdaşlığı oluşturmak bir anlamda da kartpostal ve pul kolleksiyoncularına yardımcı olmak. Site henüz bir yaşında dünyanın birçok yerinden kullanıcısı var lakin Türkiye'de bu site yeni öğreniliyor.

http://www.postcrossing.com/

Salı, Ekim 03, 2006

AMAN TESLİM OLMAYIN



Genç erkekler ve genç kadınların aşkları üzerine:
Buenos Aires'te ihtiyar bir adamdı. Briyantinli, gümüşten saçları vardı. Güney Amerikalı bir beyazdı pantolonu, ayakkabıları yumurta topuktu. Gömleğinin önü göbeğine kadar açıktı, eski zaman parfümlerden kokuyordu. Kulüp Grisel'in pistinde kırmızı ışıklar yanıyordu. Adam, ayağa kalktığında biraz, bana doğru yürürken biraz daha, adım adım daha da gençleşiyordu. Dansa kaldırdığında beni, iyiden iyiye zıpkın gibiydi.
Zaten genç olmayı en iyi ihtiyar adamlar bilir, genç kız cilvesi yapmayı en iyi ihtiyar kadınlar. İnsanlar çünkü, yıllar içinde rahatlar, gençliklerinde cesaret edemediklerini ancak ihtiyarladıklarında olurlar.
Kulüp Grisel'de tangoların en beteri çalıyor; en sevmişi, en terkedilmişi, epey görmüş geçirmişi. Bakılmaz tango yaparken göz göze, sanılanın aksine. Gövdeyle ilgili bir meseledir, orada, pistin ortasında sürüp giden; kadınla ve tamamen erkekle ilgili. Fakat bir şey var, adımlar takip etmiyor birbirini. Ve adam, ihtiyar olan, belimden tutup sarsıyor beni. Gırtlağının en belalı dibinden, hatta belki karnının yaralanmış yerinden geliyor sesi:
"Teslim olmuyorsun" diyor, "Sen, bu yüzden dans edemiyorsun!" Ne halt edeceksin? Sonra, başka bir zaman, bir Ankara evinde, ki en kalbî meseleler odalarda yaşanır Ankara "sahillerinde". Adamın biri, epey canı sıkkın, votkalı motkalı. Bir kadını çok seven, epeydir sevmiş olan adamın biri, mahzun, kırgın ve demli, demişti ki: "Ne biliyor musun bu işin sırrı? Bırakacaksın kendini. Mutlu olmak istiyorsan teslim olacaksın. Hayatını mı mahvediyor çok sevdiğin? Bırak mahvetsin. Sen severken mahvolmayacak kadar değerli misin? Diyelim o kadar değerlisin. Peki o zaman üstat, o değeri harcamayıp ne halt edeceksin?"
Kim öğretti bize teslim olmamayı? Başımıza bir şey gelir diye başımıza bir şey getirmeden yaşamaya çalışmayı, hiçbir şey getirmeden ölüp bitmeye çabalamayı, böyle sürüp gitmeyi... Kim öğretti? Kadınlar adamlara, adamlar kadınlara teslim olmadan, yıllar yılı elinde bir mızrakla, bir mesafeden ve tetikte. Kaskatı kesilerek, "Kimse beni teslim alamaz" diye büyük ordularımızı birbirimize karşı böyle küçük numaralarla yönetmeyi... İki seven insan gibi değil de, bir teneke başarı madalyası için çabalayan kale komutanları gibi... Sınır boylarımıza bu uç beylerini, bu asabi, hırçın ve aslında korkulu çocukları kim yerleştirdi?
"Benim sosyal hayatım, benim param, benim başarım, benim hayatım" diye sakındığınız, "kimsenin peşinden gitmeyerek" çok müthiş savunduğunuz bütün o şeyler, hakikaten söylesenize, sizi gerçekten -ama gerçekten diyordum bak- mutlu etti mi? Teslim olmadan tamamladınız hayatı, tebrik ederiz, bırakmadınız hiç kendi yakanızı. Söylesenize, etiniz acısa acısa en çok ne kadar acıyabilirdi?
Ona buna, şu adama, bu kadına değil aslında, biz, -tebrik edelim kendimizi!- kendimize teslim olmadık. Gece kremlerini kimse alamaz şimdi sizden, tenis derslerinizi ve arkadaşlarınızla eğlenmeye çabalayarak içtiğiniz "bağımsız" gece içkilerini, tek başınıza, keyifle izlediğiniz maçları ve ucu görünmediği için daha da korkunç olan "kendi geleceğinizi."
Şimdi siz tam da dergilerdeki, şık dizilerdeki, gıcır reklamlardaki kadınlara ve adamlara benzediniz. Teneke madalyanızı güneşe döndürünüz, ne güzel de parıldıyor. Pırıl pırıl, parıl parıl. Çok tebrik ederiz!

ECE TEMELKURAN

Pazar, Ekim 01, 2006

BALIKÇI (YETİNEBİLMEK)

Amerikali bir zengin, is seyahati sirasinda Meksika'nin küçük bir kiyi
kasabasina ugramis...
Limanda gezerken, bakmis agzina kadar balik dolu bir tekne ve içinde
keyifli bir balikçi...

"Merhaba balikçi" diye seslenmis, "... Bu baliklari kaç zamanda
tuttun?" "Bir iki saatimi aldi" demis balikçi... Istahlanmis bizim
isadami;

"E, niye biraz daha kalip daha fazla tutmadin?" diye sormus. "Bu
kadari bize yetiyor da ondan" diye omuz silkmis balikçi. Sasmis
balikçinin bu kanaatkarligina isadami;

"Kalan zamanini nasil geçiriyorsun peki" diye üstelemis. Balikçi,
özetlemis bir gününü: "Sabahlari açilir, biraz balik tutarim. Sonra
çocuklarimla oynarim. Ögleyin karimla biraz siesta yaparim. Aksamlari
amigolarla beraber gitar çalip sarap içer, geç vakte kadar egleniriz.
Oldukça mesgul sayilirim senyor".

Gerinmis Amerikali: "Bak" demis "... ben sana yardimci olabilirim.. Bu
ise daha çok zaman ayirmalisin. Daha büyük bir tekne bulup daha çok
balik tutmalisin. Oradan elde edecegin gelirle daha büyük tekneler
alirsin. Kisa sürede tuttugun baliklari dogrudan isletme tesislerine
satarsin. Hatta zamanla kendi balik fabrikani bile kurabilirsin. Kisa
zamanda balikçilik sektöründe bir numara olursun".

Balikçi merakla "Bunlari yapmak kaç sene alir sinyor" demis:"15-20
yilda halledersin" demis Amerikali, "Ama sonrasi daha parlak: Zamani
gelince sirketini halka açarsin, hisselerini iyi paraya satarsin, kisa
zamanda zengin olup milyonlar kazanirsin."

"Milyonlar ha..." diye tekrarlamis balikçi... "Eeee... sonra?" "Sonra
emekli olursun. Küçük bir balikçi kasabasina yerlesirsin. Istersen zevk
için balik tutarsin. Çocuklarinla oynar, karinla keyfince siesta
yaparsin.
Aksamlari da arkadaslarinla sarap içip gece yarisina kadar gitar
çalarsin.
Nasil...? Mükemmel degil mi?

Balikçi cevap vermis,"Ben zaten su anda o isi yapiyorum,bu kadar telasa
ne gerek var...

" Bir an olsun durup düsünseniz;
"Bütün bu telas ne için...?" Arada denize açilip, çocuklarinizla
oynasmayacak, dostlarinizla gitar çalip sarap içemeyecek olduktan sonra
onca kosturmanin ne anlami var?

Hirsla örülü onca yilin vaat ettigi final, halen yani basimizda duran
mutluluksa, bu yarisa ne gerek var?

CAN DÜNDAR