Cuma, Ekim 20, 2006

Kabir - Işık Menderes ( *Radikal Cumartesi )

Kendisini merakla bekleyen sultanın huzuruna çıktığında, protokolün gerektirdiği reveransları yapmamış, hükümdarı sıradan bir adammış gibi selamlamıştı. Bu cüretkâr hareketinin ardındaki neden sorulduğunda, "Dünyada tek bir kral vardır, O da Tanrı'dır," demiş, Müslümanın da, Hindunun da içinde yaşayanın aynı Tanrı olduğunu sözlerine korkusuzca eklemişti.
Sultan, düşüncelerini mertçe belirtmekten çekinmeyen bu aşk erbabını oracıkta affetmişti ama, iş orada bitmemişti. Kast ve itikat farkı gözetmeyen; "Sevgisiz bir din sapkınlıktır; tefekkürsüz yapılan yoga, ödenen kefaret, tutulan oruç, verilen zekât saçmalıktır," diyecek kadar ileri gidebilen; keskin sözleri, tavizsiz davranışlarıyla etrafına hayli kalabalık bir inançlı gurubu toplayan asi bir mistiğin hassas güç dengelerini altüst etmesi alışılmış bir şey değildi. Bundan son derece rahatsız olan dini liderler, bir araya gelerek onu sapkınlıkla itham etmekte gecikmediler.
Suçlamaları müstehzi bir gülümsemeyle karşılamış, sonra da düşmanlarını iyice çıldırtan bir pervasızlıkla şöyle demişti: "Tüm yaşamım boyunca, Müslümanları ve Hinduları Tanrı'nın tekliğine inandırmaya çalıştım. El ele tutuşup var olan her şeyin Efendisine tapmaları için yalvardım. Ama onlar, benim bu yakarışımı reddettiler. Kralların Kralı'nın meclisinde birlikte durmayı asla beceremediler. Bugün, herkes gibi fani olan dünyevi bir kralın meclisinde birleşmeyi başardıklarını görmek eğlendiriyor beni..."
Bu kadarı artık fazlaydı. Ebediyen susması gerektiğine karar verildi. Onu zincirlerle bağlayıp, ülkenin en kutsal nehrine attılar. Bir mucize eseri zincirlerinden kurtulup su yüzüne çıktığında, devasa bir filin önüne sürdüler. Yine ölmedi. Hareket etmemekte direren filin kalbinde Tanrı'nın yaşadığını söyleyince, bu sefer ateşi denediler. Suyun boğamadığı, filin ezemediği bir adamı ateş de yakamayacaktı elbette...
Herkes dehşet içinde kalmıştı. Vicdan azabından kıvranan sultan, bakışlarını yere odaklayarak, "Lütfen beni affet," diye yalvardı, "Yüceliğini hemen fark edemedim..."
"Kendini suçlama," diye cevap verdi adam, "Tanrı böyle istedi. Üzülme artık, Ey Sultan! Olanları unut. Tanrı sadece aşk ve merhamettir. Gerçek pişmanlıklar, O'nun meclisinde her zaman ödüllendirilir."
Okuduğunuz bu hikâyenin kahramanı bir düş ürünü değildir.
O, ölümsüz ve benzersiz Kabir'in ta kendisidir. Adı bizim diyarda pek anılmasa bile, kendisi dünyanın en büyük mistik şairlerinden biri kabul edilir. İnsanı can evinden vuran beyitlerinin özelliği, anlam ve kavram kargaşası yaratmayan sözlerinin sadeliğinde gizlidir.
Fazla konuşmak ve sessiz kalmak iyi değildir.
Ne aşırı yağmur yararlıdır, ne de aşırı güneş...
Oh Kabir, bire sarılıp ikisinden de uzak dur,
Aşırı sıcak olan şeyler ve aşırı soğuk olan şeyler,
Her ikisi de zararlıdır,
Tıpkı ateş gibi...
15. yüzyılda yaşayan Kabir, Müslüman bir ailede yetişmişti. Anlatılanlara göre, onu eğiten Ramanand adlı bir Hint ermişiydi. Kutsal metinlerle pek ilgilenmediğinden olsa gerek, Hinduizm ile İslam arasındaki duvarları yıkabilmeyi en azından kendi içinde başararak aydınlanabilmişti. Öğretisinin evrenselliği de zaten buradan geliyordu. Ön yargıları, hücrelere nüfus eden o korkutucu dogmatik yapıyı, şahsına mahsus bir maharetle yok edebiliyordu...
Dervişin biri onunla görüşmeye gelmişti. Ermişin bahçesinde gezinen domuzu görünce, sinirinden ne yapacağını kestirememişti. Sözde Tanrı âşığının bu halini gören Kabir, "Ben, kirli olanı evimin dışında bırakmıştım," dedi, "Oysa sen, kalbinin içinde ona sığınak verdin. Gözlerin bana duyduğun hiddet ve kinle parlamadı mı? Öfke ve nefret dinin ilkeleri içinde midir? (...) Evrendeki hiçbir varlık hor görülmek için yaratılmamıştır. Tanrı'nın gözünde hiçbir varlık kirli değildir; keza her varlık, O'nun tasarladığı planın gerçekleşmesi için yaratılmıştır."
Kabir, çorak ruhların susuzluğunu giderecek bir vahadır. Onu okuduğunuzda yüreğinizin acıdığını hissedeceksiniz. Sonsuzluktan akan sevgisiyle kalbinizin en gizli köşelerine sirayet edebildiği için.

Hiç yorum yok: