m. mahzun doğan(pencere dergisi)
Postalı, kartpostaldan önce tanıdı... Çünkü, kartpostal kentlileşmiş yaşam biçiminin ürünüdür. Postanenin, telefonun ve elektriğin olmadığı bir köyde, kartpostal ne gezer! Gerçi, postalı tanıyışı, çocuk bedenine inen bir tepmeyle olmadı. Şanslı sayılır bunun için! Yeryüzünün nice zamanlarında, nice ülkede, postalı bedenine inen tepmeyle tanıyan çocuklar da vardı... Hâlâ da var... Gözlerini savaşlarla, kanla, sömürüyle kirletilmiş bir yüzyıla açmış olmasına karşın, postalı böyle tanımaması bir şanstı elbette...Okul, bakkal, muhtarlık binası, köy kahvesi, köy odasıyla çevrelendiği için köyün cazibe merkezi olan Dübekbaşı'ndan Uluyola bağlanan köy yolunda yürüyordu... Yalnız mıydı? Anımsamıyor şimdi... Anımsadığı iki jandarma... “Çift jandarma” geliyordu karşıdan. Ürkek ve şaşkın gözlerle baktı onlara... Yaz sıcağının altında olmalarına rağmen, ağır asker giysileri içindeydiler... Namlusu göğü döven tüfekler vardı sırtlarında, ayaklarında ağır ayakkabılar... Meğer postal denirmiş onlara... Sonradan öğrendi, köyün yaramaz delikanlılarından, kızlara laf atmasıyla, babasıyla kavga etmesiyle, köy kahvesinde en kabadayı halleriyle ünlü bir delikanlı askerden kaçmış yine... Bu kaçıncı kaçışıymış... Onu aramaya gelmiş jandarmalar.... Bulmuşlar mı? Kelepçeleyip götürmüşler mi? Sonu ne oldu? Hiçbir şey anımsamıyor. Henüz çok küçüktü... Belleğinde o görüntü duruyor. Ve nedeni ne olursa, nasıl tanımış olursa olsun, postalı, kartpostaldan önce tanıması, yaşadığı ülkenin gelişmişlik düzeyiyle ilgili bütün istatistiklerden güçlü bir veri onun için.
Kartpostalı tanıyışı mı? Orada da sanki, ülkesinin giderek dışa bağımlı hale gelişinin, ucuz emek pazarı oluşunun öyküsü gizli... Ders kitaplarında, sırtında mektup dolu çantalarla kapıları çalan postacılardan, uzaklardan selam getiren mektuplardan, kartpostallardan söz eden yazılar, öyküler vardı. Tıpkı, sokaklarda karşıdan karşıya geçmek için yaya kaldırımlarından, kırmızı, yeşil trafik lambalarından söz eden okuma parçaları gibi... Bunlar hiçbir şey söylemiyordu ona... Köy insanlarını, Pazar kurulduğu günlerde komşu ilçelere taşıyan köy minibüsü, Almanya'ya çalışmaya gidenlerin ailelerinde bulunan iki-üç traktörden ibaretti araba dünyası... Bir de, köyün altından geçen uluyolda, çok uzak ülkelerden, çok uzak ülkelere gidip gelen (Kentler, çok uzak birer ülke gibiydi onun için...) otobüsler, otomobiller... Ders kitaplarındaki okuma parçalarını okuyordu ama, trafik lambası, ne postacı yüzü gördüğü vardı, ne de kartpostal! Derken, gönderenin bulunduğu kentin en güzel, simgeleşmiş yerlerini gösteren, klasik kartpostallar yerine, üzeri tırtırlı, bakış açını değiştirdikçe üzerindeki görüntü de değişen süslü püslü kartpostallar gördü... Bir manzara, karlı bir dağ... Bakış açısını biraz değiştirince ya da kartpostalı elinizde oynatınca, o karlı dağ, baharın bütün güzelliğiyle donanıyordu... Biraz önce beşiğinde uyuyan çocuk, uyanmış size göz kırpıyordu... Garip bir kokuları da vardı. Tırtırlı yüzeylerine dokundu onların. Parmak uçları şaştı bu işe... Ne mene bir teknolojinin ürünüydü bu!
Yurtdışına, özellikle de Almanya'ya işçi göçünün hızlandığı, “Alamancı”lığın gözde olduğu yıllarda geçti çocukluğu... Köylerinden de Almanya'ya gidenler vardı. Radyoyu, teybi, pikabı, klasik gaz lambalarının cılız ışığı yerine, ortalığı ışıl ışıl aydınlığa boğan “lüks” lambalarını onlar sayesinde tanımıştı... Kartpostalı da... Almanya'dan gönderilmiş kartlardı bunlar... Uzaklarda, belki hiçbir zaman ulaşamayacağı uzaklıklarda, bambaşka bir dünya olduğunu, söylüyorlardı... Sonraları daha değişik kartpostallar tanıdı... Manisa'nın küçük bir ilçesinde, kırtasiye dükkânlarının önlerinde, tel tezgâhlarda sergilenen... Camiler, kent ve doğa görünümleri, Osmanlı padişahlarının portreleri, Osmanlılar dönemindeki savaşlar üzerine çizilmiş kahramanlık resimleri, at üzerinde elinde üç hilalli yeşil bayrak sallayan kahramanlar... Baygın bakışlı arabesk şarkıcılar; yeni yeni uyanan cinsel arzularını kışkırtan cesur dekolteli kadın şarkıcılar, sinema oyuncuları... Kıvrılarak uzayan güzelim boynuzlarıyla kınalı koçlar (kurban bayramlarına doğru özellikle bunlar öne çıkardı)... Boynunda fişeklik, başında kask, dişleri arasında süngü ile ekinler arasında sürünen “Kıbrıs Fatihi” mehmetçikler... Arkasında altıoklu bayrak, ellerini kürsüye dayamış konuşan mavi gömlekli “Karaoğlan”... Ve Yılmaz Güney kartpostalları: İki elinde de birer tabanca, bir gözünü kırpmış, hedefe doğrultmuş birini ya da beyaz gömlek, dikey çizgili ceket, hafif kırarmış saçlar, elleri kemerinde, mahzun mahzun bakıyor; bir şelalenin önünde, elinde tüfeği, belinde fişeklik, sakallı, başında fötrü; yakası neredeyse beline kadar açık beyaz gömleği, beyaz pantolonuyla bir sahilde oturmuş, gülümsüyor... Hele biri var ki: başında o meşhur fötr şapka, koyu renk gömlek giymiş. Boynunda beyaz fular. Sakallı... Fotoğrafta görünmese de, belli ki bir ayağı kayanın üzerinde, dizinin üzerinde tüfeği, öbür elinde yanan cigarası... Arkasındaki ağaçların arasından ışıldayan güneş.. Sabah yeni oluyor gibi... Ve elbette Atatürk fotoğrafları... Bunların içinde, doğa görünümleri ve Atatürk fotoğrafları dikkatini çekiyordu daha çok... Bir de Ecevit ve Yılmaz Güney katpostalları... Doğa görünümlerini ve Atatürk fotoğraflarını aile çevresine postalamak için alıyordu, Ecevit ve Yılmaz Güney kartpostallarını ise biriktirmek için... Yatılı okuldaki özel dolabının kapısının iç yüzeyine yapıştırırdı kimisini... (Zira orası, yaşadığı yatılı okul ortamında, kendine ait olan tek yerdi... Arada bir yapılan aramalar, kitaplarının, biriktirdiği kartpostallarının idareci öğretmenlerce alınması, özel yaşamına saygısızlık olsa da... Yeni bir aramaya kadar ona aitti dolap kapakları... Ruhunun vitriniydi...) Kimisini, anı defterine ve arkadaşlarının anı defterlerine yapıştırırdı...
***
Üniversite yıllarında, şairlerin portreleri ya da Picasso, Matisse gibi ressamların desenleriyle süslü siyah-beyaz kartpostallar, tutkusuydu. Birkaç seçme dize de içerirdi bu kartpostallar... Unutmuyor... 1989 Yılının 23 Nisan'ı, Pazar gününe denk gelmişti. Bu kez kendi ayaklarındaydı postallar... Askerdi. Çarşı iznine çıktığında ne çok almıştı bu kartpostallardan... “Doğu'nun Parisi” dedikleri, ona göre ise çarşı izinlerinde dolaştığı bir “Mecburiyet Caddesi”nden ibaret olan Erzurum'da, bu cadde üzerinde bir kitapçıda karşılaşmıştı onlarla... Üniversite Kitabevi'nde... Edip Cansever'in “Anlatamıyorum galiba / Hüzün değil yaz mutluluğu” ve Turgut Uyar'ın “toplanıp bir denizin / en güzel geçmişine / dünyayı ısıtalım / kendi güzel dünyayı” dizeleri o kartpostallardan kazındı belleğine...Bayram ya da yılbaşı öncesi haftalarda, sokaklar, kırtasiye önleri yine kartpostal tezgâhlarıyla dolsa da, eskisi kadar önünde eğleşen yok bu tezgâhların... Zaten o da, daha çok internette hazırlanmış, elektronik kartpostallar alıyor artık. Çocukluğunun tırtırlı yüzeyli kartpostallarında, fotoğraftaki dağın bir kış bir yaz mevsimini göstermesine bile şaşarken, şimdi, internet üzerinden aldığı kartlarda hareketli animasyonlar da var... Bu animasyonları izlemek için parmakları fareye dokunurken, çocukluğunun tırtırlı kartpostlarının yüzeyine dokununca yaşadığı şaşkınlığı yaşamıyor... “Ne mene şey şu teknoloji?”
diye de sormuyor artık! Teknolojinin ruhlarımıza kattıkları kadar, ruhlarımızdan götürdüklerini düşünüyor...Neredeyse bütün duygularının yoldaşı, dildeşi olan usta şaire “Kartpostal şairi” dediklerini de anımsıyor, her kartpostal sözcüğüyle... Bir başka usta, Can Yücel, sunturlu bir yanıt vermişti bu söze...
***
Teknolojiden yararlanan, ama ruhunda, “Kartpostal zamanlar”dan kalan duyguları yitirmeyen; gerçekte en güzel kartpostalın, tenden tene ulaşan duygularda gizli olduğunu bilenlere, bize merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder