Pazar, Aralık 31, 2006

YENİ YILA GİRERKEN

Bir koca yılı henüz eskitmişken ve yeni bir yılı, içinde ne olduğunu kestiremediğimiz, el değmemiş bir yılbaşı hediyesi gibi paketinden çıkarmaya hazırlanırken bütün bir yaşamıyla hesaplaşmak istiyor insan....

Yüzyıllık bir savaşın, sadece yılbaşlarında mola veren askerleri gibi, akrep ve yelkovanın durduğu bir su başında bilançoya oturmak istiyorsunuz.... Acaba ne kadar yara aldık savaşta ? Ne kadarını gösteriyor, ne kadarını gizliyoruz ? ne kadarı açık yaralarımızın, ne kadarı iç kanamalarımız ? Zaferler çıkarabildik mi mağlubiyetlerimizden ? Süresini ve yörüngesini bilmeden çıktığımız bu yolculuğun neresindeyiz acaba ? Ve daha kaç gemi var içinde olmak isterken ardından el sallayacağımız ? Ne kadarı gözyaşı kalan hayatımızın, ne kadarı kahkaha? Geride kalan yılların ne kadarından gururlu, ne kadarından pişmansınız? Ne kadarını kurumuş son bahar yaprakları gibi süpürüp atmak isterdiniz belliğinizden, ne kadarını saklardınız kutsal bir emanet gibi? İnsana gecikmiş bir baharı çağrıştıran ılık kış güneşi altında bir mola verince insan, sahile demirlenmiş mahmur gemiler gibi kendini suların yalpalayışına bırakıp, maziyi tartıya vurmak istiyor.

Ne kaldı geriye bunca telaştan ? Avucunuzun içinde kayıveren sular gibi yitip giden yıllar geride ne tortu bırakıyor ? Kendinizi bütün kazınmış siperlerinizin dışına koyup, bütün kalkanlarınızı indirdiğinizde, çırılçıplak karşısına geçtiğiniz yaşam aynasında ne görüyorsunuz ? Tüketmek için bunca acele ettiğiniz takvim yapraklarına, onca hızla çevirdiğiniz akreplere, yelkovanlara, içine gönüllü daldığınız o insafsız rutin çarkına söyle bir uzaktan baktığınızda ne hissediyorsunuz ? “Ne kadarı benim hayatım....” “ Ne kadarını başkaları yaşamış benim yerime....ya da ben başkalarının.... ? “ “ Aynadakinin ne kadarı ben'im, ne kadarı oynadıklarım ? “

Akıbeti meçhul bir yeni yılın eşiğinde sadece sevgiyi düşünmeniz dileğiyle....Çünkü bir tek sevgi var elimizde; “ Yine bir tek o kalacak, yaşanacak yıllardan da geriye....” Bir tek sevgi olacak bunca telaştan artakalan.... Ötesi yalan !

CAN DÜNDAR

Adım Adım




BU GECE YENİ BİR YILA ADIM ATIYORUZ UMUT EDİLİR Kİ YENİ YIL GÜZEL YARINLARDAN BİR YIL OLUR

BAYRAM ZAMANI

Herkesin Kurban Bayramını En Candan Duygularla Kutlarım.

Bayramları hepimiz için hem dem oma zamanıdır. Bayram gününün telaşını daha bayram namazı ile birlikte yaşamaya başlıyoruz. Birbirimizin bayramını tebrik etme yarışına giriyoruz yüzlerde ve kalplerde küçük bir tebessüm oluşturmak adına. Bu sabah ta bayram coşkusunu paylaşmak amacıyla bir dostumu aradığımda bayramın üzen bir süpriziyle karşılaştım. On üç gün önce dostu vefat etmiş ve ben yeni öğrenmiştim. Mehmet amca göç eylemişti aramızdan haberi geç ulaşmıştı. Mehmet Amca için Mekanı Cennet Olsun diyor sevenleri için de sabır diliyorum canı bize emanet eden Allah'tan.

Perşembe, Aralık 28, 2006

KAR TANESİ

Yeryüzüne kar yağıyor ; yeryüzünde şu anda yedi milyardan fazla insan nüfusu nefes almaya çalışıyor. Karı düşündükçe bazen insana benzetiveriyorum. Kar taneleri hakkında; hiçbir kar tanesinin birbirine tam olarak benzemediğini duyunca şaşırmıştım.


Çocukken pastel boyalarımla bir kış zamanını resmederken önce mavi geceyi boyar ardından beyaz pastel boyamla noktalar yapardım. Yağan kar taneleri yüzümde tebessüm tanecikleri oluverirdi. Çocukluğumda kış deyince kar ; kar deyince kartopu ve kardan adam geliyordu ve de yüzünü gösteren güneşin kardan adam cinayetiO zamanlar düşünmemiştim gökten süzülen kar tanelerini bu kadar farklı. Yere düşmedikçe kar taneleri bir araya gelmiyorlar havada çarpışmıyorlar. Camdan yağan kar tanelerin düşüşünü izlerken kendi kendime diyorum hangi insan diğer bir insanın aynısı; hangi insan daima başka bir insanla birlikte olabilir ? ve sonra kar taneleri de bize bizi hatırlatıyor doğduğumuzda tektik kimseye benzemedik -_tek yumurta ikizimiz olsa dahi - ölürken de tek gidiyoruz; yaşarken bir araya gelerek büyüyebiliyoruz belki bir kartopu, belki bir kardan adam, belki de bir çığ oluyoruz.


Kar örtüsünün altında belki bir bozkır var belki de çiçekler var. Biz dahi bazen nice güzellikleri görmez olmuyoruz veyahut güzel gösteriyoruz kendimize başkasına güzel olmayanı. Karın altında yatanı gizleme inadına karşın bir kardelen çıkıyor umut oluyor toprak üstündeki kar taneleri arasından süzülerek açıveriyor. İnsan yaşamında da kışlar olmuştur olacaktır da bu kış halinde de bir kardelen olmalı umut ile yaşamalı.Yağan kar taneleri karamsarlık değil umut olmalı. Yollar kapanacak üşüyeceğiz ötesinde. Suya hasret toprak doyacak suyuna bize ürün olacak, tohum üşümeyecek demeliyiz . Ve biz de üşüdüğümüzde yaylaların bağrından dövülerek bir fincan sıcaklığa dönüşen saleple ısınmalıyız salebimize tarçını serperken yüreğimize de daima umut serpmeliyiz.




Perşembe, Aralık 21, 2006

Bir Arkadaşımızın Naklettiği Hikaye

Eşekler köydeki semerciden çok şikayetçilermiş. Semerci hiç iyi semer yapamıyormuş. Eşeklerin sırtları kanlı yaralarla doluymuş. Eşekler toplanıp yeni bir semercinin gelmesi için dua etmişler. Hikaye bu ya duaları da kabul olunmuş ve gerçekten köye yeni bir semerci gelmiş. Ne var ki bu semerci de eşekleri rahatlatacak semerler yapamıyormuş, yaralar azalacakken artmaya başlamış. Eşekler yine toplanıp, köye yeni bir semerci gelmesi için dua etmişler.

Ve gerçekten mevcut semerci köyden ayrılmış, yerine başka bir semerci gelmiş. Eşekler her semerci değişikliğinde olduğu gibi yine çok sevinmişler. Ama çok zaman geçmeden yeni semercinin de çok farklı olmadığını, semerlerin gittikçe daha da kalitesizleştiğini, yaralarının ise kötüleştiğini görmüşler. Semerci gitmiş, semerci gelmiş. Her seferinde eşekler yeni semerci gelmesi için dua etmişler. Bu hikaye kaç semerci değişene kadar böyle devam etmiş bilmiyorum. Nihayet bir gün eşekler toplanıp, eski semerciden kurtulmak yerine, eşeklikten kurtulmak için dua etmişler.

Pazar, Aralık 17, 2006

Fanus mu, okyanus mu?

21/01/2006


Ünlü haham Zusya ölüm döşeğinde yatarken, öğrencilerinden biri sormuş: "Ölüm sizi korkutuyor mu, efendim?" "Hayır," diye cevap vermiş haham, "Beni asıl korkutan, öte dünyaya gittiğimde karşılaşacağım sorudur." Bilgeliği ve yardımseverliğiyle tanınan gani yürekli üstadın böyle bir gailesi olabileceğini hiç düşünmeyen öğrenciler çok şaşırmışlar. Yaşlı bilge içini çekerek sözlerine devam etmiş: "Bana, 'Hey Zusya, neden Musa gibi olamadın ?'diye sormayacaklar. Diyecekler ki, 'Zusya, neden kendin olmadın?'" * * * Yıllar önce bir poster görmüştüm. Üstünde şöyle yazıyordu: "Eğer bir çocuk eleştiriyle yaşarsa, ayıplamayı; kinle yaşarsa, savaşmayı; utançla yaşarsa, suçluluk duymayı; toleransla yaşarsa, sabırlı olmayı; teşvikle yaşarsa, güven duymayı; güvenle yaşarsa, inançlı olmayı; dürüstlükle yaşarsa, adil davranmayı; övgüyle yaşarsa, takdir etmeyi; onayla yaşarsa, kendini sevmeyi; dostluk ve kabul görerek yaşarsa, dünyada sevgiyi bulmayı öğrenir." Doğru değil mi? Şimdi, külahınızı önünüze koyarak düşünün: Kendinizi gerçekten seviyor musunuz? Öz saygınız ve güveniniz ne durumda? Sahip olduğunuz prensipler, uyduğunuz kriterler kimden ve nereden gelmekte?.. Bu sorulara cesaret ve metanetle cevap vermenin ne kadar önemli olduğunu sanırım biliyorsunuz, Değerli Okurlarım. Çünkü tehlikede olan, kendi ruhunuzdur. Dünyaya armağan etmek ve öğrenmek için geldiklerinizdir. Tanrı'ya, yani kâinata verdiğiniz sözlerdir... Tarihte iz bırakabilenler, kendi doğrularını ortaya dökmek yürekliliğini gösterebilen; acılarını ve başarısızlıklarını takdire layık bir zafere dönüştürebilen; uğraştıkları konulara yeni açılımlar, farklı yaklaşımlar getirebilen; fanustan çıkıp okyanusun derinliklerine korkmadan dalabilen, çoğu kez kuralları yıkabilen, dogmalarla alay edebilen, sonuçta da kendileri olabilen, özgün ve müteşebbis kişiliklerdir. Her insanın içinde bir dâhi yattığını düşünüyorum. Kendimize biçtiğimiz değerde hata, duyduğumuz sevgide yetersizlik varsa, bu dehayı ortaya çıkarmakta çok zorlanacağımız kesin. Öyleyse, hemen kolları sıvayarak söylediğimiz yalanların, ardına saklandığımız maskelerin neler olduğunu araştıralım. Ve bakalım, psikologlar bu işe ne diyorlar... Kendini pek beğenmeyen, yetersiz gören, genellikle içindeki eleştirmene yenik düşen kişiler, özellikle şu maskeleri takınırlarmış: 'Sahtekâr', 'asi' ve 'mağlup'. Sahtekâr; mesut, memnun ve başarılı bir kisve altında saklanırken, başarısızlıktan ve gerçek kimliğinin meydana çıkmasından çok korkarmış. Özgüven ve sevgi duyabilmesi için sürekli olarak başarıya ve onaya ihtiyacı varmış. Bu da, mükemmeliyetçiliğe, rekabete ve kendini tüketmeye yol açabilirmiş. Asi; insanların, özellikle de güç ve otorite sahiplerinin, fikirlerini ve yardımlarını kaale almayan bir davranış sergilermiş. Yetersizlik duygularından ötürü, kendine kızarak, dinmek bilmeyen bir öfkeyle yaşarmış. Maruz kaldığı eleştirilerden ve yargılardan etkilenmediğini ispat edebilmek için didinip dururmuş. Haliyle de bu, başkalarını suçlamaya, yasalara karşı çıkmaya, otorite figürleriyle savaşmaya neden olabilirmiş. Mağlup; yardıma muhtaç bir aciz gibi davranıp birinin gelip onu kurtarmasını beklermiş. Yaşamla başa çıkmayı pek beceremezmiş. Kendine acımayı, kayıtsız kalmayı korkularına karşı bir kalkan gibi kullanarak, yaşamını değiştirmekten kaçınırmış. Bu tür insanlar başkalarına aşırı derecede bağımlı olup sorumluluktan kaçındıkları gibi, herhangi bir yol göstericiye kolaylıkla bağlanabilirlermiş. Yaptıklarınız, yapamadıklarınız, ya da yapmayı düşünüp bir türlü başaramadıklarınız, sizi tedirgin etmesin. Çaresizliğe düşürmesin. Bugün kendinizi affedebilirseniz, iyi ve güçlü yönlerinizin neler olduğunu bulabilirseniz, içinizdeki karanlığın doğallığını kabullenip bunlara bilginin ışığını tutabilirseniz, yarın suçluluğun tuzağına düşmeyeceksiniz. Her şeyi büyüten, pireyi deve haline getiren korkulara "Azı karar, çoğu zarar," diyerek onları isteğiniz gibi ayıklayabileceksiniz. Kötümserliğin ve karamsarlığın haşin dalgalarına daha az yakalanacak, cennetin bir yer değil, sadece bir düşünce tarzı olduğunu kavrayabileceksiniz. Zira anlayış, farkındalıkla gelişiyor.

*Işık Menderes

Cuma, Aralık 15, 2006

...ve sonbahar gelmiş gibiydi bir anda.

Garip bir çağ anlayışı bu, ne tuhaf bir mevsim tarifi...Dışarıda bitmek tükenmek bilmeyen yağmurlar yağıyordu. Şemsiyeyi açtığımda paçalarım donuma kadar ıslanıyordu. Çok kimsesizdi damlalar ve ben biraz da bu yüzden kendimi çocuksu bir yalnızlıkta hissediyordum. Onunla kim diğerini daha çabuk unutacak oyunu oynamaya başlamıştık .O hep başı çekiyordu. En tehlikeli aşamasındaydık dökülen yaprakların. Birbirimizden sözcükleri gizlemek yerine kaçırmaya çabalıyorduk. Ben ondan bir gayret, o ise benden hiçbir şey istemiyordu.Ah bir ölsem diye umuyordu ama ben de ölmüyordum, ölemiyordum bir türlü.Garip bir zaman aralığıydı.Zaman durmuş gibiydi belki. Bu yüzden ne bir şey istiyor ne de herhangi bir şeyden korkuyordum. O yoktu ki zaten.Artık yoktu ya da hiç olmamıştı, olmayacaktı. Beni benleyken terk etmişti ya da hiç gelmemişti. Şimdi ben yağmurdan medet umuyordum.Arsızca ıslanıyordum . Elimdeki şemsiyeyi açmak gelmiyordu elimden.O ise beni oyalıyor , kaçıyor , kendini benden kaçırıyordu. Kaçırdığını sanıyordu. Ben de inanmış gibi yapıyordum.İnanmıyordum ama yine de ıslanıyordum.Biliyordum sonbahardı. Geçerdi. Kalmazdı.Birgün parkta birini görmüş ve çok konuşmuştum.Bir kitapçıda çalışıyordu. Yıllardır mutluydu ve ben biliyordum. Göbeğinin üzerindeki kışlık kazağından gözümü alamıyordum Onunla yemek yemek, konuşmak ama çokça susmak istiyordum. Anlatamıyordum.O ise ne beni ne de bu kendi güzelliğini görecek kadar kendini kaybetmişti. Hep bana sitem ediyordu. Kızıyordu. Tüketime açmıştı. Aman tanrım ! tüketiliyordum göz göre göre.Aldırmıyordum.Yağmur yağıyor bulutlar açıyor bulutlar kaçıyor ben kovalıyordum. Vodka içiyordum bir hayli. Yardım ediyordu sonbaharı geçiştirmeme. Etrafımda herkes bir psikologda vodkanın yerine mantıklı bir teselli arıyordu. 35'lerimize yeni gelmiştik bedenlerimiz yorgundu her birimizin. ..ve yeni bedenler istemiyorduk garip bir şekilde alışılanın tersine.yapraklar dökülüyor, rüzgar esiyor , çöpçüler bahşişçi davulcuları kovalıyordu. Birileri uzaklardan anlamamazlıktan geliyordu ne desem, habire. Uzaktı belki sahiden. Ben anlıyordum nedenini. Kızıyordum için için...Sonra o aramıyordu. inadına uzak duruyordu. Ben de kendi kendimi telkin ediyordum.Olsundu . Sonbahardı. Vodka güzeldi. Yapraklar dökülüyordu. Ben onun tariflerine uymuyordum neyse ki.Beni kaybetmişti bulmayı ummuyordu. Olabilirdi. Ne yapılabilirdi ki ?Kaybolmuştum ben de... Kaybolmuştum bir zaman aralığında. Kayıptım ."Kayıp" hem ne güzel kelimeydin sen sahi!Herkes kendi tatil planını çiziyordu artık. Rüzgar daha sert esiyordu. Poyrazdan vurduruyordu zaman.Ah o zaman!Ben vodka'nın içine mandalina doğruyordum. Televizyonun sesi kısılıydı, açıkken zaten görmüyordum. Bir hayli aynı çalıyordu radyolar. Ben çokça kendime tutsak düşmüş, korkuyordum kendimden.ve yağmur ayaklarımı ıslatıyordu arsızca.Kaçar gibi geçiyordum sokaklardan. Karanlıktı bir hayli.Birbirimize sırlarımızı vermekten korkuyorduk. Masum yalanları planları sır diye birbirimize yutturuyorduk. O'nun kafası bir hayli kendi dünyasıyla doluydu.Ben benim dünyamı bulamıyordum.Yağmur yağarken rüzgar sert esiyordu dışarıda. Hava durumu bültenleri yağmurların,fırtınaların devam edeceğini, bayram münasebeti ile havaların iyiden iyiye bozacağını muştuluyordu.Korkmuştum ben kendimden.Bir hayli kaçmıştım. Çok kaçmıştım. ...kaçıyordum.

01.11.2005

Cüneyt ÖZDEMİR

Çarşamba, Aralık 13, 2006

GÜVEN

Ingiltere'de yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine ihtiyaçları oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri vardır.Ingiliz devleti hakimlerine o kadar güveniyor yani.

Birgün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 poundluk bir çek bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş.Banka yöneticileri en üst makamdan onay almadan bu kadar parayı veremeyecekleri söyleyip hemen Içişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı,Başbakanlığa filan telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: ÖDEYIN!

Gel gelelim bankada o kadar nakit yokmuş. Hakimden ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün para bir bavul içinde hazırmış. Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek istiyormuş. Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet Bakanlığı'nı aramışlar. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebini sormuşlar.

Hakim "Kraliçe nin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor mu? Onu sınadım" cevabını vermiş.

Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim azledilmiş. Adalet bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış: "Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez." "Güven" çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engeleyyen tek şey, " iki taraflı" olmasıdır. Kesinlikle .....

Çarşamba, Aralık 06, 2006

Herkesin Bir Hikayesi Vardır

Unlu basketbolcu Hidayet Türkoğlu esiyle birlikte, Eminonun de geziyordu. Once akvaryumculari dolastilar, Kapalicarsi, Nuriosmaniye,Yerebatan Sarnici, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapi Sarayi, GulhaneParki derken, Yeni Caminin onune kadar geldiler. Orada bagira bagirasimit satan bir cocuk vardi. Basketbolcu birden durakladi...

Sonra simitciye yaklasti:
- Simit'in kaca koc ? - 300 bin abi.Citir citir....
- Tezgahta kac simit var ?- 70-80 tane var herhalde...
- Hepsini alsam ne tutar ?- Seksen desek 24 milyon.- Al sana 30 milyon...
Farzet ki hepsini aldim...
-Sagol abi... sagol...
Basketbolcu uc onluk cikartip simitcinin onune birakti. Esisaskindi. Uc bes adim yurumuslerdi ki esine yaklasip fisildadi.

- Hidayet sen deli misin ? - Yooo - Peki yemedigimiz simitlerin parasini niye verdin ?
- Bosver sorma. - Diyelim ki soruyorum. Hem de israrla soruyorum.
- Oyleyse soyleyeyim. - Lutfedersiniz beyefendi.- Tablanin kenari dikkatini cektimi ?- Hayir.- Baksan gorecektin. Tahtaya bir isim kazinmisti.- Nasil bir isim ?- Hidayet !- Yoksa ?- Evet o tezgah, eskiden benimdi.

Bu hikayeyi hidayet tv8 de katildigi bir programda kendisi anlatmistir. .

Salı, Aralık 05, 2006

Bir Zamanlar

Bir zamanlarbir kralın aklına söyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım." Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti. Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı. İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her şey tam zamanında yapılabilir". Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.

Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır.

İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı. Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi.

Ama hala doğru cevapları alamadığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi. Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu. Kral yanına gelip söyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim isler nelerdir?" Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti."Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin."Münzevi, "Sağ olun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve söyle dedi:"Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."

Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".

Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada aksam olmuş hana soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu islerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.

Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,zayıf bir sesle. Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni." Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu.

Kral ona yaklaştı ve söyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!" yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve, "Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral.

"Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp su tarhları kazmasaydınız, gidecek ve su adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."

"Bundan sonra şu gerçeği unutmayın: Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."


*Alıntıdır

ADLİYE'YE GİTMEKTEN KORKMAYIN !

Hayatı görmek ama tüm çıplaklığıyla görmek için bir Adliyeye gitmelisiniz. Adliyeye gidince hemen bir Aile Mahkemesi bulun ve sessizce içeri girip izlemeye başlayın. Merak etmeyin kimse size “sen kimsin” diye sormaz. Ama özellikle boşanma davalarını tercih edin. Boşanma davaları diyorum çünkü hayat tüm çıplaklığıyla bu davaların içinde saklı.

İçeri girin ve boşanma davalarını izleyin. 3 ay veya 30 yıldır evli olan insanların hakim karşısında ve birbirlerinin yüzlerine bakarak neler söylediklerini dinleyin. Kadının nasıl ahlaksız ve sinsi, erkeğin nasıl alkolik ve dayakçı olduğunu öğrenin. Davacıda davalıda olsa karı kocanın birbirlerine nasıl saldırdıklarını görün. Birbirlerine seni seviyorum,sen hayatımın aşkısın, sensiz ölürüm diyen, gece sarılıp birlikte uyuyan,birlikte çocuk büyüten insanların o küçük mahkeme salonunda birbirlerini nasıl yerden yere vurduklarına,acımasız olabildiklerine şahit olun.

Amca oğlunu, teyze kızını tanık olarak dinletip, birbirlerine üstünlük kurmaya çalışmalarını, boşanmada kimin daha çok kusurlu olduğunun ve kimin boşanmaya yol açtığının mahkeme kararına yazılacağı sırada, o kağıda kendi adının kusurlu olarak yazılmaması için insanların ne kadar çaba harcadığını görün.

Bir erkeğin çıkıp “ ben karımla 27 senedir evliyim, bu 27 sene boyunca bir kez bile birbirimize adımızla hitap etmedik. Hiç mutlu olmadık” dediğini beyninize ve kalbinize yazın.

60 yaşında 40 senelik evli bir kadının “evliliği bittiği için” , “bitmek zorunda olduğu için” mahkeme salonunda nasıl sessizce gözyaşı döktüğünü içinize işleyin.

4 aylık evli bir çift “biz birbirimizi tanımamışız,gerçek bir şey yaşamamışız” dediklerinde kulaklarınızı tıkamayın.

Yada daha 10 yaşındaki bir çocuğun mahkeme önüne çıkartılıp “ annem, babamın eniştesiyle kaçtı.Annemi bazen uzaktan, dolmuştan inerken görüyorum. O da beni görüyor ama yanıma gelmiyor” dediğini asla unutmayın. Ve hakimin “peki kimin yanında kalmak istiyorsun” sorusunun, o çocuk için artık hiçbir anlamı kalmadığının, o terk edilme duygusunun,sanki lanetlenmişçesine üzerine yapıştırıldığının farkına varın. O çocuk belki bu duygusunun hiç farkında olmayacak ve terkedilmişliğin yarattığı korkuyu başka şekillerde yaşayacak. Ama siz o mahkeme salonunda fark edin ve yaşayın.

“Evlilik birliği temelinden sarsıldığı için tarafların boşanmalarına…” dediği zaman hakim, duygularınızın,sevginizin,aşkınızın bittiğinin mahkeme hükmüyle de karar altına alınabileceğini anlayın.

Tüm bu dediklerimi yapın. Yapın ki hayatı bir boşanma davası sırasında tüm çıplaklığıyla görün. Bunları yapın ki bazı şeylerin değerini ve bazı şeylerin değersizliğini çok daha iyi anlayın. Şimdiye kadar değer vermediğiniz yada yeteri kadar değer vermediğiniz şeylere sımsıkı sarılın,besleyin, koruyun,kaybetmeyin “ondan”,onlardan asla vazgeçmeyin,bunun için kendi adınıza düşenleri yapın. O mahkeme salonunda bir boşanma davası izleyin ki hayatınızı yönlendiren,sizi kontrolü altında tutan bazı şeylerin ne kadar değersiz ve anlamsız olduğunun farkına varın ve bunlardan kurtulmak için ne gerekiyorsa yapın..

İzleyin ki hayatta aslında kendiniz için neyin değerli olduğunu anlayın ve bu sayede değer verdiğiniz şeyi “kendinizi” , “onu” kaybetmemek için yapmanız gerekenleri yapın. Yapın ki vicdan azabı yaşamayın. Boşuna,anlamsızca yitirilmiş “değerlerden” mahrum kalmış bir şekilde hayatınızın sonuna gelmeyin. En azından siz yapmanız gerekeni yapın ve huzurunuzu kaybetmeyin. 27 yıl sonra hakim karşısına çıkıp “ 27 senelik evliliğim boyunca hiç mutlu olmadım” demeyin.

Tüm bu deneyimi yaşayın ki çocuğunuzu terk edilme duygusuyla lanetlemeyin. Ve bir gün sokakta “annemi bazen uzaktan, dolmuştan inerken görüyorum. O da beni görüyor ama yanıma gelmiyor” diyen çocuğu görürseniz, kafanızı çevirmeyin. En azından saçlarını okşayın ve gözlerinin içine bakın. “ Hayatın acımasız olduğunu ancak tüm bu acımasızlığına rağmen insanın hayatta mutlu olabileceğini ve kendi kaderinin elinde olduğunu, terk edildiği için kendisini lanetli saymayıp, tüm hayatını güvensizlik duygusu içinde geçirmemesi , kendine,hayatına yazık etmemesi gerektiğini ” o çocuğa hissettirin.

Çünkü izleyeceğiniz boşanma davası,mutsuz olduğunuz zamanlarda, mutlu olmanız,hayatı gerçek anlamıyla istediğiniz gibi yaşamanız için size ne yapmanız gerektiğini anımsatacaktır.


Çünkü izleyeceğiniz boşanma davası, gerçekten çok sevdiğiniz ve bağlandığınız kişiyi,
korkularınız,kaygılarınız,panikleriniz,güvensizliğiniz ve buna benzer bir sürü gereksiz şey yüzünden ve en azından kendi adınıza, kaybetmemeniz gerektiğini hatırlatacaktır.

Hemen en yakın adliyeye gidip Aile Mahkemesinde bir boşanma davası izleyin.

Hayatınızı bir boşanma davası gibi yaşamamak için…

29.04.2005

AVUKAT EMRAH CENGİZ- ANKARA

Pazar, Aralık 03, 2006

Fotoğrafın dili - bir teselli


Fotoğrafın sahibi Erdal Kınacı 'Bir Teselli .....' ismini vermiş.

Ninenin bakışları dedenin haykırışları....

Cuma, Aralık 01, 2006

ÇOCUKLUĞUM BENİM SIĞINAĞIM

Sizde benim gibi kaçışlar yaşar mısınız böyle sık sık; uzayın, ya da okyanusların derinliklerinde yok olmak ister misiniz? Evvelden kendime daha çok zarar veriyordum yoğun üzüntülerimde ama dayanabiliyormuşum demek ki; aslında çoktan sıkıldım kendimden de, gerekli gereksiz duygusallığımdan da ama ne yaparsınız huy işte, atsam atamam satsam satamam. Bir büyüğüm demişti hiç unutmam o sözünü, “ bir gramı kaldıramayan vardır bir tonu kaldırabilen vardır” diye…

Şimdilerde, hatta epeyidir bir siperim var artık. Böyle berbat günlerinizde siz ne yaparsınız bilmem ama ben hep örtü altına girer yatıp örtünürüm ve çocukluğuma dönerim. Çocukluğum benim sığınağım olur. İlla da anneannemin evi ve bahçesi, pembe ve mor sümbüller, erik ağacımız, mahalle çeşmesi, pazarın içinden geçtiğim okul yolu. Anneannemin çocuk üzgünlüklerime siper olmuş, basma entarisinden yüzüme değen bağrındaki anaç kokuya başımı yaslarım, bir bebek gibi süt kokar sanki ak gerdanı. Onu aklıma getirmek bile rahatlatır beni, ak yaşmağının altındaki kınalı saçlarının huzuruna varırım, tıpkı kınalı elleriyle çocuk başımı sevmesindeki şefkat gibi.

Kaçışlardayken ben çocukluğumun sığınağına, tarhana kokusu gelir burnuma, ocağımızın başında. Ninem, dedem, yeğenim ve ben. Ocağa gerili asılmış kanaviçe nakışlı, ucu dantelli örtü. Hep o örtüye bakarım bir tabloya bakar gibi. Renkleri önce ninemden öğrendiydim ben. “Bu ne renk nine?” diye sorduğumda “ güvez” derdi. Güvez ne renktir biliyorsunuz değil mi? Vişne kurusu, ya da bordo diyebiliz şimdi. Ninem pazara gittiğinde “ sana ne alayım kızcağızım?” diye sorduğunda dut isterdim ondan. Almadıysa hemen söylerdi sebebini; “alamadım kızcağızım, cibirgesi çıkmıştı, yencek gibi değildi, haftaya alırım gari” derdi. Komsuşuyla ayaküstü sohbetinde de “ dadalara alamadım, hemen de bitmiş iki paralık dut” derdi. Sedirdeki kanaviçe işlemelere de resme bakar gibi bakardım, elimdeki rengarenk kalem boyalarla aynısını yapmaya çalışırdım resim defterime. Mor üzüm salkımları, güvez gülleri. Dedem en büyük hayranımdı resimlerime, “ torunum büyüsün ona resim dükkanı açacağım derdi” kızardı ninem de ona “ hadi ordan, hangi resimcinin karnı doymuş resimden” diye söylenirdi. Kanaviçe nakışını çok güzel yapan bir abla vardı akrabamız, çok heves etti bana nakış öğretmek için, öğrendim de sonunda. Hayatıma kattığım renklerden biri oldu ve hobilerimdeki yerini aldı böylece; çünkü, resim gibi oluyordu işleyince.

Kaçışların sonu yok, örtünün altında ben, üstünde sebep olan üzgünlükler. Evli evine, köylü köyüne. Bir sürü işim var, mesuliyetlerim var. Ben dönerim hep gerçeklerime, sığınağım kalır daha sonraki kaçışlarıma. Anneanneciğimin kınalı elleriyle sıvazladığı çocuk başım, biraz olsun teselli olur üzgünlüklerime.

Kaçışlarınız olursa sizinde, sarılmayın kadehlere, sigaraya, haplara. En iyisi siz de kaçın ve sımsıkı sarılın benim gibi en mutlu olduğunuz anılarınıza…


ERGÜL İLTER