Uyuyamıyorum... Lübnan, Irak, alt sokak ya da sen
Uyuyamıyorum... Kabus değil, nefret değil, ölüm, yaşam, panik atak, sensizlik değil... Yaşamak değil... Uyuyamadığım gibi yerken de, içerken de acı çekiyorum. Duvarlar mengene, ben sıkışıp ezilen bir metal parçası...
Uyuyamıyorum... Dünyanın dört bir yanında uyurken kapıları kırılarak açılan aileleri, yataklarından zorla sürüklenen çocukların imgeleriyle boğuşurken... Bir noktada değil, yüzlerce farklı köşede... Ben uyurken, insanlar, çocuklar uyandırılıyorlar... Zencisi, beyazı, Müslümanı, Hristiyanı... Ben eşime sarılırken, bir başka yerde eşlere tecavüz ediliyor, kocalar öldürülüyor...
Uyuyamıyorum... Dünyanın dört bir yanında uyurken kapıları kırılarak açılan aileleri, yataklarından zorla sürüklenen çocukların imgeleriyle boğuşurken... Bir noktada değil, yüzlerce farklı köşede... Ben uyurken, insanlar, çocuklar uyandırılıyorlar... Zencisi, beyazı, Müslümanı, Hristiyanı... Ben eşime sarılırken, bir başka yerde eşlere tecavüz ediliyor, kocalar öldürülüyor... Evlerinde, yatak odalarında... Yatağımda huzursuzum. Ben yatağımda tavana bakarken, kapılar kırılıyor, evlere giriliyor, erkekler dövülüyor, aileler dağılıyor... Ben duyduğum bir tıkırtıda genç bir hırsızın televizyonumu çalmasından korkarken, evler darmadağın ediliyor, yakılıyor, anılar siliniyor. Orada, burada, şurada değil... Her yerde... Irak’ta, Çeçenistan’da, Nepal’de, Sudan’da, Nijerya’da, Küba’da... Alt sokakta, yan kapıda... Artık her yerde. Kötüler savaşanlar değil. Herkes. Çocuklar, bebekler, yataktan çıkamayan yaşlılar.
Ceset yığınları kokuyor... Yağmur kanla karışık yağıyor...Milyarlarca sözcük kulaklarıma , yüzüme çarpıyor... Anlamsızlaşıyor ideolojiler, vaatler, politikalar... Ahırından kaçmış bir boğa gibi dünya... Bir tükenme noktası... Bir sona ihtiyaç molası... Piramitleri hala yapamıyoruz. Yapabilenler ne oldu. Nuhun gemisine ne oldu? Biz de piramitlerin sırrını çözünce yeniden başlayacak mı her şey... Bilmiyorum... Tek bildiğim uyuyamıyorum...
Lübnan’da siyah çarşafından sadece ela gözleri gözüken kız çocuğu... Tel Aviv’de masmavi gözleriyle objektife bakan lüle lüle sarı saçlı kız... İkisinin de korkuları aynı... Ya bir füze evlerinin yakınına düşerse... Ya bi canlı bomba okul servisinin yanında pimini çekerse...
Korkan bir insanlık... En büyük ortak paydamız korku... Hepimiz korkuyoruz. Savaştan, doğal afetlerden, ölmekten, kaybetmekten, malımızı kaybetmekten, işimizi yitirmekten, beğenilmemekten, aldatılmaktan, özgür olamamaktan... Yaşadığımız bölgeye, coğrafyaya, koşullarımıza göre kaçınılmaz olarak bizi saran korku... En büyük güdümüz korkmak...
Etkiye tepki veren, sesini çıkartamayan, yarınını korkuyla bekleyen bir insanlık... Lübnan’da füzeyi ateşleyen kadar, dünyanın bir başka köşesinde elinde çereziyle haberleri seyredenler de, borsa binasında endişeyle son gelişmeleri izleyenler de suçlu... Ve hepsi korkunun pençesindeler...
En büyük hayalimiz gerçek olsa ve çocukluk yıllarımıza dönsek... Hayal kursak ve aynı cesur ifadeyle talep edebilsek... Düşlerimiz yarının gerçeklerini yaratıyor. Bugünün savaşlarını, felaketlerini, açlığını bu insanlık düşledi ve gerçekleştirdi. Los Angeles’taki bir adamın ihtiyacından fazla her tüketimi Afrika’daki bir çocuğun biraz daha yoksullaşmasıyken, Ortadoğu’da atılan her mermi, açlık sınırında yaşayan bir ailenin ölüme bir adım daha yaklaşması... Hiç büyümesek ve çocukluk hayalleirmiz devam etse bu kadar mutsuz olur muyduk? Ve bu kadar güçsüz, savunmasız...
Bir kutu AIDS ilacının, bir Afrika ülkesi için maliyeti 5 tanker dolusu buğday. Bir lazer başlıklı tüfeğin maliyeti açlıktan ölen 250 çocuk. Bir nükleer bomba denemesi ilaçsızlıktan ölen 5000 insan.
Artık umut yok. Can cekişiyoruz. Tüm iyiniyetli çabalar, vaazlar, dualar, iyiliğin çabası sonu geciktiriyor. Umutsuz muyum? Gazetede, televizyonda umut verecek bir şey görmüyorum.
Siyah beyaz tüm renkler birbirine karışmış. İyiyle kötü yapışık ikiz. Ne tarafa taraf olacağımı bilmiyorum.
Sıkıldım, çok sıkıldım. Kendimi dünyanın merkezinde görmekten çok sıkıldım. Her şeyin benim etrafımda döndüğünü sanmaktan çok yoruldum. Her şeyin benim için varolduğu sanısını yaşamaktan aptla döndüm. Bardağı aynaya fırlattığımda, içimde barınan onlarca yüzü gördüm.
Kusuyorum... Politikacıları, siyasileri gördükçe, dinledikçe... İletişim hilelerine, propaganda tekniklerine gerek yok. Her şey aleni artık. Herkes her şeyi biliyor. En kötüsü de bu. Herkesi kimin ne yaptığını biliyor. Güçlü olan güçsüzü yiyeceğini söylüyor. İçeride dışarıda aynı. Artık istihbaratlara da gerek yok. Kartlar açık oynanıyor. Kağıtlar bitti. Çekecek kağıt yok. Oyunda kağıdı kalanlar, oyunu ne kadar oynayabilirse o kadar zaman var.
Nereye gidiyoruz? Uluslararası ilişkiler, siyaset, propaganda hepsi bitmiş. Herkes her şeyin bir oyun olduğunu biliyor. Yarın bugünden belli ama oyun devam ediyor. Ölüm hiç bu kadar sıradan değildi.
Umutsuzluk dizboyu. İnsanlar maymun iştahlı. Her birkaç yıl, bambaşka hevesler, inanışlar, hobiler demek. Sırasıyla kominist, kapitalist, ateist, dindar, milliyetçi olunabiliyor. Ve her birini yaşarken dibine kadar yaşadığımızı sanıyoruz. Liderlerimiz de değişiyor. Bazen Hz. Muhammed bazen Yüce Mesih, bazen Marks, bazen Amerikalı bir yaşam gurusu... Bugünkü kahraman, yarınki hain... Sonuçta hiçbirisi olamıyoruz. Kabul edilmediğimizde sinirleniyoruz ama o hiçbir yere ait değiliz. İstediklerimizi alamadığımızda kızıyoruz ama hiçbir şey istemiyoruz.
Başarılı imgeler ekranlardan, dergilerden geçiyor. Girdiği her ortamda alkışlanan, bazen Makyevelist yaklaşımıyla hep önde olan, 21. yüzyılın eşiğinde medyanın ve değişen modern (?) yaşamın yarattığı örnek modeller. Bir örnek gibi yüzbinlerce genç başarılı insan, aynı kaderi paylaşıyor. Kalabalığın içinde yalnızlık, gururun altında özgüvensizlik, bir yanıp bir sönen mutluluk nöbetleri, bitmeyen arayış ve diğer 21.yüzyıl insanı semptomları...
Sadece vakit öldürüyoruz. Milyonlarca insan kim olduğunu bilemeden, kendini tanıyamadan, akvaryumdaki balık gibi doğup büyüyerek sona gidiyor. Bazen kendini öldürüyor, bazen ölüme gönderiliyor. En iyi ihtimalde sessiz tanık olarak, eline verilenlerle yetinerek etkisiz eleman olarak ölümü bekliyor. İnsanlık, tarihinin hiçbir kesitinde kendi olmaktan bu kadar korkmamıştı.
Bunları hepimiz biliyoruz değil mi? Ama nedeğişiyor? Aynı hızda biz de tükenmiyor muyuz? Çember daralıyor, felaketler artıyor, dünya iflas ediyor... Sürpriz mi? Elbetteki hayır. Günde 3 paket sigara içen, madende çalışan bir adamın kanser olmasının sürpriz olmaması gibi, insan olmanın değerlerini köreltmiş, mutluluğu dışarıda aramaya alıştırılmış, tüketim çılgınlığını yaşamadan soluk alamayan ve zamanı tüketmeyi öğrenen bir insanlık başka ne üretebilir? Kendimize baktığımızda paylaşmayı, yardım etmeyi, acıları birlikte yaşamayı ve çevreme baktığımda, kendime baktığımda yaşamaktan ümidi kesmiş bir kalabalık görüyorum. İşine yetişen, gününü dört duvar arasında bilgisayar başında tüketen, yılmış bir şekilde eve dönen, bütün günün bedelini küçük bir alışverişle takas eden, televizyonun karşısında günü bitiren bir çoğunluk... 52 haftada bir hafta tatilin hayaliyle yaşayanlar... Öte yandan göreceli şanslı gözüken, çünkü daha ço kazanıp daha çok tüketen ama farklı girdapların içinde ömrünü tüketenler... Öyle ya da böyle farklı kafeslerde, farklı renk tekeri çeviren hamsterlar gibiyiz.
Nasıl bu hale geldik? Kendimizden nasıl bu kadar uzaklaştık? Kendi hayatlarımızı yaşamayı ne zaman unuttuk?
ABD, Irak ile doymuyor diye neden kızıyoruz? Biz de daha fazlasını istemiyor muyuz? Kendimizin ve sevdiklerimizin geleceği için her yol mübah demiyor muyuz? Korkuyla izlediklerimiz , sadece insanlığın, içimizdeki tükenmişliğin bir yansıması... Değişim bizde başlamadan hiçbir şey değişmeyecek.
* Aret Vartanyan - 24 Temmuz 2006, Pazartesi - Bu yazı www.hurriyet.com.tr adresinden aktarılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder