Pazar, Aralık 31, 2006

YENİ YILA GİRERKEN

Bir koca yılı henüz eskitmişken ve yeni bir yılı, içinde ne olduğunu kestiremediğimiz, el değmemiş bir yılbaşı hediyesi gibi paketinden çıkarmaya hazırlanırken bütün bir yaşamıyla hesaplaşmak istiyor insan....

Yüzyıllık bir savaşın, sadece yılbaşlarında mola veren askerleri gibi, akrep ve yelkovanın durduğu bir su başında bilançoya oturmak istiyorsunuz.... Acaba ne kadar yara aldık savaşta ? Ne kadarını gösteriyor, ne kadarını gizliyoruz ? ne kadarı açık yaralarımızın, ne kadarı iç kanamalarımız ? Zaferler çıkarabildik mi mağlubiyetlerimizden ? Süresini ve yörüngesini bilmeden çıktığımız bu yolculuğun neresindeyiz acaba ? Ve daha kaç gemi var içinde olmak isterken ardından el sallayacağımız ? Ne kadarı gözyaşı kalan hayatımızın, ne kadarı kahkaha? Geride kalan yılların ne kadarından gururlu, ne kadarından pişmansınız? Ne kadarını kurumuş son bahar yaprakları gibi süpürüp atmak isterdiniz belliğinizden, ne kadarını saklardınız kutsal bir emanet gibi? İnsana gecikmiş bir baharı çağrıştıran ılık kış güneşi altında bir mola verince insan, sahile demirlenmiş mahmur gemiler gibi kendini suların yalpalayışına bırakıp, maziyi tartıya vurmak istiyor.

Ne kaldı geriye bunca telaştan ? Avucunuzun içinde kayıveren sular gibi yitip giden yıllar geride ne tortu bırakıyor ? Kendinizi bütün kazınmış siperlerinizin dışına koyup, bütün kalkanlarınızı indirdiğinizde, çırılçıplak karşısına geçtiğiniz yaşam aynasında ne görüyorsunuz ? Tüketmek için bunca acele ettiğiniz takvim yapraklarına, onca hızla çevirdiğiniz akreplere, yelkovanlara, içine gönüllü daldığınız o insafsız rutin çarkına söyle bir uzaktan baktığınızda ne hissediyorsunuz ? “Ne kadarı benim hayatım....” “ Ne kadarını başkaları yaşamış benim yerime....ya da ben başkalarının.... ? “ “ Aynadakinin ne kadarı ben'im, ne kadarı oynadıklarım ? “

Akıbeti meçhul bir yeni yılın eşiğinde sadece sevgiyi düşünmeniz dileğiyle....Çünkü bir tek sevgi var elimizde; “ Yine bir tek o kalacak, yaşanacak yıllardan da geriye....” Bir tek sevgi olacak bunca telaştan artakalan.... Ötesi yalan !

CAN DÜNDAR

Adım Adım




BU GECE YENİ BİR YILA ADIM ATIYORUZ UMUT EDİLİR Kİ YENİ YIL GÜZEL YARINLARDAN BİR YIL OLUR

BAYRAM ZAMANI

Herkesin Kurban Bayramını En Candan Duygularla Kutlarım.

Bayramları hepimiz için hem dem oma zamanıdır. Bayram gününün telaşını daha bayram namazı ile birlikte yaşamaya başlıyoruz. Birbirimizin bayramını tebrik etme yarışına giriyoruz yüzlerde ve kalplerde küçük bir tebessüm oluşturmak adına. Bu sabah ta bayram coşkusunu paylaşmak amacıyla bir dostumu aradığımda bayramın üzen bir süpriziyle karşılaştım. On üç gün önce dostu vefat etmiş ve ben yeni öğrenmiştim. Mehmet amca göç eylemişti aramızdan haberi geç ulaşmıştı. Mehmet Amca için Mekanı Cennet Olsun diyor sevenleri için de sabır diliyorum canı bize emanet eden Allah'tan.

Perşembe, Aralık 28, 2006

KAR TANESİ

Yeryüzüne kar yağıyor ; yeryüzünde şu anda yedi milyardan fazla insan nüfusu nefes almaya çalışıyor. Karı düşündükçe bazen insana benzetiveriyorum. Kar taneleri hakkında; hiçbir kar tanesinin birbirine tam olarak benzemediğini duyunca şaşırmıştım.


Çocukken pastel boyalarımla bir kış zamanını resmederken önce mavi geceyi boyar ardından beyaz pastel boyamla noktalar yapardım. Yağan kar taneleri yüzümde tebessüm tanecikleri oluverirdi. Çocukluğumda kış deyince kar ; kar deyince kartopu ve kardan adam geliyordu ve de yüzünü gösteren güneşin kardan adam cinayetiO zamanlar düşünmemiştim gökten süzülen kar tanelerini bu kadar farklı. Yere düşmedikçe kar taneleri bir araya gelmiyorlar havada çarpışmıyorlar. Camdan yağan kar tanelerin düşüşünü izlerken kendi kendime diyorum hangi insan diğer bir insanın aynısı; hangi insan daima başka bir insanla birlikte olabilir ? ve sonra kar taneleri de bize bizi hatırlatıyor doğduğumuzda tektik kimseye benzemedik -_tek yumurta ikizimiz olsa dahi - ölürken de tek gidiyoruz; yaşarken bir araya gelerek büyüyebiliyoruz belki bir kartopu, belki bir kardan adam, belki de bir çığ oluyoruz.


Kar örtüsünün altında belki bir bozkır var belki de çiçekler var. Biz dahi bazen nice güzellikleri görmez olmuyoruz veyahut güzel gösteriyoruz kendimize başkasına güzel olmayanı. Karın altında yatanı gizleme inadına karşın bir kardelen çıkıyor umut oluyor toprak üstündeki kar taneleri arasından süzülerek açıveriyor. İnsan yaşamında da kışlar olmuştur olacaktır da bu kış halinde de bir kardelen olmalı umut ile yaşamalı.Yağan kar taneleri karamsarlık değil umut olmalı. Yollar kapanacak üşüyeceğiz ötesinde. Suya hasret toprak doyacak suyuna bize ürün olacak, tohum üşümeyecek demeliyiz . Ve biz de üşüdüğümüzde yaylaların bağrından dövülerek bir fincan sıcaklığa dönüşen saleple ısınmalıyız salebimize tarçını serperken yüreğimize de daima umut serpmeliyiz.




Perşembe, Aralık 21, 2006

Bir Arkadaşımızın Naklettiği Hikaye

Eşekler köydeki semerciden çok şikayetçilermiş. Semerci hiç iyi semer yapamıyormuş. Eşeklerin sırtları kanlı yaralarla doluymuş. Eşekler toplanıp yeni bir semercinin gelmesi için dua etmişler. Hikaye bu ya duaları da kabul olunmuş ve gerçekten köye yeni bir semerci gelmiş. Ne var ki bu semerci de eşekleri rahatlatacak semerler yapamıyormuş, yaralar azalacakken artmaya başlamış. Eşekler yine toplanıp, köye yeni bir semerci gelmesi için dua etmişler.

Ve gerçekten mevcut semerci köyden ayrılmış, yerine başka bir semerci gelmiş. Eşekler her semerci değişikliğinde olduğu gibi yine çok sevinmişler. Ama çok zaman geçmeden yeni semercinin de çok farklı olmadığını, semerlerin gittikçe daha da kalitesizleştiğini, yaralarının ise kötüleştiğini görmüşler. Semerci gitmiş, semerci gelmiş. Her seferinde eşekler yeni semerci gelmesi için dua etmişler. Bu hikaye kaç semerci değişene kadar böyle devam etmiş bilmiyorum. Nihayet bir gün eşekler toplanıp, eski semerciden kurtulmak yerine, eşeklikten kurtulmak için dua etmişler.

Pazar, Aralık 17, 2006

Fanus mu, okyanus mu?

21/01/2006


Ünlü haham Zusya ölüm döşeğinde yatarken, öğrencilerinden biri sormuş: "Ölüm sizi korkutuyor mu, efendim?" "Hayır," diye cevap vermiş haham, "Beni asıl korkutan, öte dünyaya gittiğimde karşılaşacağım sorudur." Bilgeliği ve yardımseverliğiyle tanınan gani yürekli üstadın böyle bir gailesi olabileceğini hiç düşünmeyen öğrenciler çok şaşırmışlar. Yaşlı bilge içini çekerek sözlerine devam etmiş: "Bana, 'Hey Zusya, neden Musa gibi olamadın ?'diye sormayacaklar. Diyecekler ki, 'Zusya, neden kendin olmadın?'" * * * Yıllar önce bir poster görmüştüm. Üstünde şöyle yazıyordu: "Eğer bir çocuk eleştiriyle yaşarsa, ayıplamayı; kinle yaşarsa, savaşmayı; utançla yaşarsa, suçluluk duymayı; toleransla yaşarsa, sabırlı olmayı; teşvikle yaşarsa, güven duymayı; güvenle yaşarsa, inançlı olmayı; dürüstlükle yaşarsa, adil davranmayı; övgüyle yaşarsa, takdir etmeyi; onayla yaşarsa, kendini sevmeyi; dostluk ve kabul görerek yaşarsa, dünyada sevgiyi bulmayı öğrenir." Doğru değil mi? Şimdi, külahınızı önünüze koyarak düşünün: Kendinizi gerçekten seviyor musunuz? Öz saygınız ve güveniniz ne durumda? Sahip olduğunuz prensipler, uyduğunuz kriterler kimden ve nereden gelmekte?.. Bu sorulara cesaret ve metanetle cevap vermenin ne kadar önemli olduğunu sanırım biliyorsunuz, Değerli Okurlarım. Çünkü tehlikede olan, kendi ruhunuzdur. Dünyaya armağan etmek ve öğrenmek için geldiklerinizdir. Tanrı'ya, yani kâinata verdiğiniz sözlerdir... Tarihte iz bırakabilenler, kendi doğrularını ortaya dökmek yürekliliğini gösterebilen; acılarını ve başarısızlıklarını takdire layık bir zafere dönüştürebilen; uğraştıkları konulara yeni açılımlar, farklı yaklaşımlar getirebilen; fanustan çıkıp okyanusun derinliklerine korkmadan dalabilen, çoğu kez kuralları yıkabilen, dogmalarla alay edebilen, sonuçta da kendileri olabilen, özgün ve müteşebbis kişiliklerdir. Her insanın içinde bir dâhi yattığını düşünüyorum. Kendimize biçtiğimiz değerde hata, duyduğumuz sevgide yetersizlik varsa, bu dehayı ortaya çıkarmakta çok zorlanacağımız kesin. Öyleyse, hemen kolları sıvayarak söylediğimiz yalanların, ardına saklandığımız maskelerin neler olduğunu araştıralım. Ve bakalım, psikologlar bu işe ne diyorlar... Kendini pek beğenmeyen, yetersiz gören, genellikle içindeki eleştirmene yenik düşen kişiler, özellikle şu maskeleri takınırlarmış: 'Sahtekâr', 'asi' ve 'mağlup'. Sahtekâr; mesut, memnun ve başarılı bir kisve altında saklanırken, başarısızlıktan ve gerçek kimliğinin meydana çıkmasından çok korkarmış. Özgüven ve sevgi duyabilmesi için sürekli olarak başarıya ve onaya ihtiyacı varmış. Bu da, mükemmeliyetçiliğe, rekabete ve kendini tüketmeye yol açabilirmiş. Asi; insanların, özellikle de güç ve otorite sahiplerinin, fikirlerini ve yardımlarını kaale almayan bir davranış sergilermiş. Yetersizlik duygularından ötürü, kendine kızarak, dinmek bilmeyen bir öfkeyle yaşarmış. Maruz kaldığı eleştirilerden ve yargılardan etkilenmediğini ispat edebilmek için didinip dururmuş. Haliyle de bu, başkalarını suçlamaya, yasalara karşı çıkmaya, otorite figürleriyle savaşmaya neden olabilirmiş. Mağlup; yardıma muhtaç bir aciz gibi davranıp birinin gelip onu kurtarmasını beklermiş. Yaşamla başa çıkmayı pek beceremezmiş. Kendine acımayı, kayıtsız kalmayı korkularına karşı bir kalkan gibi kullanarak, yaşamını değiştirmekten kaçınırmış. Bu tür insanlar başkalarına aşırı derecede bağımlı olup sorumluluktan kaçındıkları gibi, herhangi bir yol göstericiye kolaylıkla bağlanabilirlermiş. Yaptıklarınız, yapamadıklarınız, ya da yapmayı düşünüp bir türlü başaramadıklarınız, sizi tedirgin etmesin. Çaresizliğe düşürmesin. Bugün kendinizi affedebilirseniz, iyi ve güçlü yönlerinizin neler olduğunu bulabilirseniz, içinizdeki karanlığın doğallığını kabullenip bunlara bilginin ışığını tutabilirseniz, yarın suçluluğun tuzağına düşmeyeceksiniz. Her şeyi büyüten, pireyi deve haline getiren korkulara "Azı karar, çoğu zarar," diyerek onları isteğiniz gibi ayıklayabileceksiniz. Kötümserliğin ve karamsarlığın haşin dalgalarına daha az yakalanacak, cennetin bir yer değil, sadece bir düşünce tarzı olduğunu kavrayabileceksiniz. Zira anlayış, farkındalıkla gelişiyor.

*Işık Menderes

Cuma, Aralık 15, 2006

...ve sonbahar gelmiş gibiydi bir anda.

Garip bir çağ anlayışı bu, ne tuhaf bir mevsim tarifi...Dışarıda bitmek tükenmek bilmeyen yağmurlar yağıyordu. Şemsiyeyi açtığımda paçalarım donuma kadar ıslanıyordu. Çok kimsesizdi damlalar ve ben biraz da bu yüzden kendimi çocuksu bir yalnızlıkta hissediyordum. Onunla kim diğerini daha çabuk unutacak oyunu oynamaya başlamıştık .O hep başı çekiyordu. En tehlikeli aşamasındaydık dökülen yaprakların. Birbirimizden sözcükleri gizlemek yerine kaçırmaya çabalıyorduk. Ben ondan bir gayret, o ise benden hiçbir şey istemiyordu.Ah bir ölsem diye umuyordu ama ben de ölmüyordum, ölemiyordum bir türlü.Garip bir zaman aralığıydı.Zaman durmuş gibiydi belki. Bu yüzden ne bir şey istiyor ne de herhangi bir şeyden korkuyordum. O yoktu ki zaten.Artık yoktu ya da hiç olmamıştı, olmayacaktı. Beni benleyken terk etmişti ya da hiç gelmemişti. Şimdi ben yağmurdan medet umuyordum.Arsızca ıslanıyordum . Elimdeki şemsiyeyi açmak gelmiyordu elimden.O ise beni oyalıyor , kaçıyor , kendini benden kaçırıyordu. Kaçırdığını sanıyordu. Ben de inanmış gibi yapıyordum.İnanmıyordum ama yine de ıslanıyordum.Biliyordum sonbahardı. Geçerdi. Kalmazdı.Birgün parkta birini görmüş ve çok konuşmuştum.Bir kitapçıda çalışıyordu. Yıllardır mutluydu ve ben biliyordum. Göbeğinin üzerindeki kışlık kazağından gözümü alamıyordum Onunla yemek yemek, konuşmak ama çokça susmak istiyordum. Anlatamıyordum.O ise ne beni ne de bu kendi güzelliğini görecek kadar kendini kaybetmişti. Hep bana sitem ediyordu. Kızıyordu. Tüketime açmıştı. Aman tanrım ! tüketiliyordum göz göre göre.Aldırmıyordum.Yağmur yağıyor bulutlar açıyor bulutlar kaçıyor ben kovalıyordum. Vodka içiyordum bir hayli. Yardım ediyordu sonbaharı geçiştirmeme. Etrafımda herkes bir psikologda vodkanın yerine mantıklı bir teselli arıyordu. 35'lerimize yeni gelmiştik bedenlerimiz yorgundu her birimizin. ..ve yeni bedenler istemiyorduk garip bir şekilde alışılanın tersine.yapraklar dökülüyor, rüzgar esiyor , çöpçüler bahşişçi davulcuları kovalıyordu. Birileri uzaklardan anlamamazlıktan geliyordu ne desem, habire. Uzaktı belki sahiden. Ben anlıyordum nedenini. Kızıyordum için için...Sonra o aramıyordu. inadına uzak duruyordu. Ben de kendi kendimi telkin ediyordum.Olsundu . Sonbahardı. Vodka güzeldi. Yapraklar dökülüyordu. Ben onun tariflerine uymuyordum neyse ki.Beni kaybetmişti bulmayı ummuyordu. Olabilirdi. Ne yapılabilirdi ki ?Kaybolmuştum ben de... Kaybolmuştum bir zaman aralığında. Kayıptım ."Kayıp" hem ne güzel kelimeydin sen sahi!Herkes kendi tatil planını çiziyordu artık. Rüzgar daha sert esiyordu. Poyrazdan vurduruyordu zaman.Ah o zaman!Ben vodka'nın içine mandalina doğruyordum. Televizyonun sesi kısılıydı, açıkken zaten görmüyordum. Bir hayli aynı çalıyordu radyolar. Ben çokça kendime tutsak düşmüş, korkuyordum kendimden.ve yağmur ayaklarımı ıslatıyordu arsızca.Kaçar gibi geçiyordum sokaklardan. Karanlıktı bir hayli.Birbirimize sırlarımızı vermekten korkuyorduk. Masum yalanları planları sır diye birbirimize yutturuyorduk. O'nun kafası bir hayli kendi dünyasıyla doluydu.Ben benim dünyamı bulamıyordum.Yağmur yağarken rüzgar sert esiyordu dışarıda. Hava durumu bültenleri yağmurların,fırtınaların devam edeceğini, bayram münasebeti ile havaların iyiden iyiye bozacağını muştuluyordu.Korkmuştum ben kendimden.Bir hayli kaçmıştım. Çok kaçmıştım. ...kaçıyordum.

01.11.2005

Cüneyt ÖZDEMİR

Çarşamba, Aralık 13, 2006

GÜVEN

Ingiltere'de yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine ihtiyaçları oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri vardır.Ingiliz devleti hakimlerine o kadar güveniyor yani.

Birgün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 poundluk bir çek bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş.Banka yöneticileri en üst makamdan onay almadan bu kadar parayı veremeyecekleri söyleyip hemen Içişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı,Başbakanlığa filan telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: ÖDEYIN!

Gel gelelim bankada o kadar nakit yokmuş. Hakimden ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün para bir bavul içinde hazırmış. Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek istiyormuş. Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet Bakanlığı'nı aramışlar. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebini sormuşlar.

Hakim "Kraliçe nin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor mu? Onu sınadım" cevabını vermiş.

Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim azledilmiş. Adalet bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış: "Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez." "Güven" çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engeleyyen tek şey, " iki taraflı" olmasıdır. Kesinlikle .....

Çarşamba, Aralık 06, 2006

Herkesin Bir Hikayesi Vardır

Unlu basketbolcu Hidayet Türkoğlu esiyle birlikte, Eminonun de geziyordu. Once akvaryumculari dolastilar, Kapalicarsi, Nuriosmaniye,Yerebatan Sarnici, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapi Sarayi, GulhaneParki derken, Yeni Caminin onune kadar geldiler. Orada bagira bagirasimit satan bir cocuk vardi. Basketbolcu birden durakladi...

Sonra simitciye yaklasti:
- Simit'in kaca koc ? - 300 bin abi.Citir citir....
- Tezgahta kac simit var ?- 70-80 tane var herhalde...
- Hepsini alsam ne tutar ?- Seksen desek 24 milyon.- Al sana 30 milyon...
Farzet ki hepsini aldim...
-Sagol abi... sagol...
Basketbolcu uc onluk cikartip simitcinin onune birakti. Esisaskindi. Uc bes adim yurumuslerdi ki esine yaklasip fisildadi.

- Hidayet sen deli misin ? - Yooo - Peki yemedigimiz simitlerin parasini niye verdin ?
- Bosver sorma. - Diyelim ki soruyorum. Hem de israrla soruyorum.
- Oyleyse soyleyeyim. - Lutfedersiniz beyefendi.- Tablanin kenari dikkatini cektimi ?- Hayir.- Baksan gorecektin. Tahtaya bir isim kazinmisti.- Nasil bir isim ?- Hidayet !- Yoksa ?- Evet o tezgah, eskiden benimdi.

Bu hikayeyi hidayet tv8 de katildigi bir programda kendisi anlatmistir. .

Salı, Aralık 05, 2006

Bir Zamanlar

Bir zamanlarbir kralın aklına söyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım." Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti. Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı. İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her şey tam zamanında yapılabilir". Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.

Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır.

İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı. Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi.

Ama hala doğru cevapları alamadığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi. Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu. Kral yanına gelip söyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim isler nelerdir?" Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti."Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin."Münzevi, "Sağ olun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve söyle dedi:"Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."

Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".

Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada aksam olmuş hana soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu islerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.

Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,zayıf bir sesle. Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni." Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu.

Kral ona yaklaştı ve söyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!" yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve, "Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral.

"Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp su tarhları kazmasaydınız, gidecek ve su adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."

"Bundan sonra şu gerçeği unutmayın: Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."


*Alıntıdır

ADLİYE'YE GİTMEKTEN KORKMAYIN !

Hayatı görmek ama tüm çıplaklığıyla görmek için bir Adliyeye gitmelisiniz. Adliyeye gidince hemen bir Aile Mahkemesi bulun ve sessizce içeri girip izlemeye başlayın. Merak etmeyin kimse size “sen kimsin” diye sormaz. Ama özellikle boşanma davalarını tercih edin. Boşanma davaları diyorum çünkü hayat tüm çıplaklığıyla bu davaların içinde saklı.

İçeri girin ve boşanma davalarını izleyin. 3 ay veya 30 yıldır evli olan insanların hakim karşısında ve birbirlerinin yüzlerine bakarak neler söylediklerini dinleyin. Kadının nasıl ahlaksız ve sinsi, erkeğin nasıl alkolik ve dayakçı olduğunu öğrenin. Davacıda davalıda olsa karı kocanın birbirlerine nasıl saldırdıklarını görün. Birbirlerine seni seviyorum,sen hayatımın aşkısın, sensiz ölürüm diyen, gece sarılıp birlikte uyuyan,birlikte çocuk büyüten insanların o küçük mahkeme salonunda birbirlerini nasıl yerden yere vurduklarına,acımasız olabildiklerine şahit olun.

Amca oğlunu, teyze kızını tanık olarak dinletip, birbirlerine üstünlük kurmaya çalışmalarını, boşanmada kimin daha çok kusurlu olduğunun ve kimin boşanmaya yol açtığının mahkeme kararına yazılacağı sırada, o kağıda kendi adının kusurlu olarak yazılmaması için insanların ne kadar çaba harcadığını görün.

Bir erkeğin çıkıp “ ben karımla 27 senedir evliyim, bu 27 sene boyunca bir kez bile birbirimize adımızla hitap etmedik. Hiç mutlu olmadık” dediğini beyninize ve kalbinize yazın.

60 yaşında 40 senelik evli bir kadının “evliliği bittiği için” , “bitmek zorunda olduğu için” mahkeme salonunda nasıl sessizce gözyaşı döktüğünü içinize işleyin.

4 aylık evli bir çift “biz birbirimizi tanımamışız,gerçek bir şey yaşamamışız” dediklerinde kulaklarınızı tıkamayın.

Yada daha 10 yaşındaki bir çocuğun mahkeme önüne çıkartılıp “ annem, babamın eniştesiyle kaçtı.Annemi bazen uzaktan, dolmuştan inerken görüyorum. O da beni görüyor ama yanıma gelmiyor” dediğini asla unutmayın. Ve hakimin “peki kimin yanında kalmak istiyorsun” sorusunun, o çocuk için artık hiçbir anlamı kalmadığının, o terk edilme duygusunun,sanki lanetlenmişçesine üzerine yapıştırıldığının farkına varın. O çocuk belki bu duygusunun hiç farkında olmayacak ve terkedilmişliğin yarattığı korkuyu başka şekillerde yaşayacak. Ama siz o mahkeme salonunda fark edin ve yaşayın.

“Evlilik birliği temelinden sarsıldığı için tarafların boşanmalarına…” dediği zaman hakim, duygularınızın,sevginizin,aşkınızın bittiğinin mahkeme hükmüyle de karar altına alınabileceğini anlayın.

Tüm bu dediklerimi yapın. Yapın ki hayatı bir boşanma davası sırasında tüm çıplaklığıyla görün. Bunları yapın ki bazı şeylerin değerini ve bazı şeylerin değersizliğini çok daha iyi anlayın. Şimdiye kadar değer vermediğiniz yada yeteri kadar değer vermediğiniz şeylere sımsıkı sarılın,besleyin, koruyun,kaybetmeyin “ondan”,onlardan asla vazgeçmeyin,bunun için kendi adınıza düşenleri yapın. O mahkeme salonunda bir boşanma davası izleyin ki hayatınızı yönlendiren,sizi kontrolü altında tutan bazı şeylerin ne kadar değersiz ve anlamsız olduğunun farkına varın ve bunlardan kurtulmak için ne gerekiyorsa yapın..

İzleyin ki hayatta aslında kendiniz için neyin değerli olduğunu anlayın ve bu sayede değer verdiğiniz şeyi “kendinizi” , “onu” kaybetmemek için yapmanız gerekenleri yapın. Yapın ki vicdan azabı yaşamayın. Boşuna,anlamsızca yitirilmiş “değerlerden” mahrum kalmış bir şekilde hayatınızın sonuna gelmeyin. En azından siz yapmanız gerekeni yapın ve huzurunuzu kaybetmeyin. 27 yıl sonra hakim karşısına çıkıp “ 27 senelik evliliğim boyunca hiç mutlu olmadım” demeyin.

Tüm bu deneyimi yaşayın ki çocuğunuzu terk edilme duygusuyla lanetlemeyin. Ve bir gün sokakta “annemi bazen uzaktan, dolmuştan inerken görüyorum. O da beni görüyor ama yanıma gelmiyor” diyen çocuğu görürseniz, kafanızı çevirmeyin. En azından saçlarını okşayın ve gözlerinin içine bakın. “ Hayatın acımasız olduğunu ancak tüm bu acımasızlığına rağmen insanın hayatta mutlu olabileceğini ve kendi kaderinin elinde olduğunu, terk edildiği için kendisini lanetli saymayıp, tüm hayatını güvensizlik duygusu içinde geçirmemesi , kendine,hayatına yazık etmemesi gerektiğini ” o çocuğa hissettirin.

Çünkü izleyeceğiniz boşanma davası,mutsuz olduğunuz zamanlarda, mutlu olmanız,hayatı gerçek anlamıyla istediğiniz gibi yaşamanız için size ne yapmanız gerektiğini anımsatacaktır.


Çünkü izleyeceğiniz boşanma davası, gerçekten çok sevdiğiniz ve bağlandığınız kişiyi,
korkularınız,kaygılarınız,panikleriniz,güvensizliğiniz ve buna benzer bir sürü gereksiz şey yüzünden ve en azından kendi adınıza, kaybetmemeniz gerektiğini hatırlatacaktır.

Hemen en yakın adliyeye gidip Aile Mahkemesinde bir boşanma davası izleyin.

Hayatınızı bir boşanma davası gibi yaşamamak için…

29.04.2005

AVUKAT EMRAH CENGİZ- ANKARA

Pazar, Aralık 03, 2006

Fotoğrafın dili - bir teselli


Fotoğrafın sahibi Erdal Kınacı 'Bir Teselli .....' ismini vermiş.

Ninenin bakışları dedenin haykırışları....

Cuma, Aralık 01, 2006

ÇOCUKLUĞUM BENİM SIĞINAĞIM

Sizde benim gibi kaçışlar yaşar mısınız böyle sık sık; uzayın, ya da okyanusların derinliklerinde yok olmak ister misiniz? Evvelden kendime daha çok zarar veriyordum yoğun üzüntülerimde ama dayanabiliyormuşum demek ki; aslında çoktan sıkıldım kendimden de, gerekli gereksiz duygusallığımdan da ama ne yaparsınız huy işte, atsam atamam satsam satamam. Bir büyüğüm demişti hiç unutmam o sözünü, “ bir gramı kaldıramayan vardır bir tonu kaldırabilen vardır” diye…

Şimdilerde, hatta epeyidir bir siperim var artık. Böyle berbat günlerinizde siz ne yaparsınız bilmem ama ben hep örtü altına girer yatıp örtünürüm ve çocukluğuma dönerim. Çocukluğum benim sığınağım olur. İlla da anneannemin evi ve bahçesi, pembe ve mor sümbüller, erik ağacımız, mahalle çeşmesi, pazarın içinden geçtiğim okul yolu. Anneannemin çocuk üzgünlüklerime siper olmuş, basma entarisinden yüzüme değen bağrındaki anaç kokuya başımı yaslarım, bir bebek gibi süt kokar sanki ak gerdanı. Onu aklıma getirmek bile rahatlatır beni, ak yaşmağının altındaki kınalı saçlarının huzuruna varırım, tıpkı kınalı elleriyle çocuk başımı sevmesindeki şefkat gibi.

Kaçışlardayken ben çocukluğumun sığınağına, tarhana kokusu gelir burnuma, ocağımızın başında. Ninem, dedem, yeğenim ve ben. Ocağa gerili asılmış kanaviçe nakışlı, ucu dantelli örtü. Hep o örtüye bakarım bir tabloya bakar gibi. Renkleri önce ninemden öğrendiydim ben. “Bu ne renk nine?” diye sorduğumda “ güvez” derdi. Güvez ne renktir biliyorsunuz değil mi? Vişne kurusu, ya da bordo diyebiliz şimdi. Ninem pazara gittiğinde “ sana ne alayım kızcağızım?” diye sorduğunda dut isterdim ondan. Almadıysa hemen söylerdi sebebini; “alamadım kızcağızım, cibirgesi çıkmıştı, yencek gibi değildi, haftaya alırım gari” derdi. Komsuşuyla ayaküstü sohbetinde de “ dadalara alamadım, hemen de bitmiş iki paralık dut” derdi. Sedirdeki kanaviçe işlemelere de resme bakar gibi bakardım, elimdeki rengarenk kalem boyalarla aynısını yapmaya çalışırdım resim defterime. Mor üzüm salkımları, güvez gülleri. Dedem en büyük hayranımdı resimlerime, “ torunum büyüsün ona resim dükkanı açacağım derdi” kızardı ninem de ona “ hadi ordan, hangi resimcinin karnı doymuş resimden” diye söylenirdi. Kanaviçe nakışını çok güzel yapan bir abla vardı akrabamız, çok heves etti bana nakış öğretmek için, öğrendim de sonunda. Hayatıma kattığım renklerden biri oldu ve hobilerimdeki yerini aldı böylece; çünkü, resim gibi oluyordu işleyince.

Kaçışların sonu yok, örtünün altında ben, üstünde sebep olan üzgünlükler. Evli evine, köylü köyüne. Bir sürü işim var, mesuliyetlerim var. Ben dönerim hep gerçeklerime, sığınağım kalır daha sonraki kaçışlarıma. Anneanneciğimin kınalı elleriyle sıvazladığı çocuk başım, biraz olsun teselli olur üzgünlüklerime.

Kaçışlarınız olursa sizinde, sarılmayın kadehlere, sigaraya, haplara. En iyisi siz de kaçın ve sımsıkı sarılın benim gibi en mutlu olduğunuz anılarınıza…


ERGÜL İLTER

Perşembe, Kasım 30, 2006

KARŞILIKSIZ SEVGİ

Vietnam'da savaşan ve sonunda evine dönecek olan John adında bir askerin hikayesidir. John evine gitmeden önce, San Francisco'da bulunan anne babasına telefon açtı. " Sevgili anne ve babacıgım, sonunda eve geliyorum ama birşey sormak istiyorum. Bir arkadaşımı da beraber eve getirebilir miyim? "Tabii ki " diye cevapladılar. "Onunla tanışmaktan mutluluk duyarız". "Ama bilmeniz gereken birtey var" diye John devam etti," o savaşta ağır yaralandı. Kara mayınına bastı ve kolu ile bacağını kaybetti. Başka gidecek hiçbir yeri yok. Onun bize gelmesini ve bizimle yaşamasını istiyorum". " Bunu duyduğuma çok üzüldüm oğlum, belki kalacak başka bir yer bulması için ona yardımcı olabiliriz"
"O hayır , onun bizimle yaşamasını istiyorum ."
"Oğlum," dedi babası, "sen ne istediğinin farkında değilsin. Böyle büyük bir sorunu olan birisi bizi çok rahatsız eder. Bizim kendi hayatımız var ve böyle farklılığa izin veremeyiz. Bence sen eve gelmeli ve bu çocuğu unutmalısın. O kendi yaşamını devam ettirmenin bir yolunu bulacaktır."
O andan sonra, John telefonu kapattı. Anne ve babası ondan başka bir söz duymadılar...
Birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının bir binadan düşerek öldüğünü söylediler. Polise göre intihardı. Anne ve baba telaşla uçağa binerek oğullarının teşhisini yapmak için San Francisco'daki teşhis morguna gittiler. John'u teşhis etmişlerdi.
Ama gözleri faltaşı gibi açılarak... Bilmedikleri birşeyi farkettiler. John'un bir bacağı ve bir kolu yoktu .

Bu hikayede ki anne ve baba birçoğumuza benzer.Etrafımızda iyi görünen ve neşeli insanları sevmek bize kolay gelir, ama bize rahatsızlık veren özellikle bizim kadar sağlıklı olmayan, bizim kadar güzel olmayan ve bizim kadar zeki olmayan insanlardan uzak durmayı tercih ederiz. Çok şükür ki bizi bu kategoride gören birisi yok. Karşılıksız sevmeyi başaran birisi sonsuza kadar ailemizdendir ne kadar çirkin ne kadar fakir ne kadar engelli olursak olalım. Bu gün yatmadan önceTanrıya biraz daha dua ederek insanları oldukları gibi kabul etmemizi sağlamasını isteyelim ve ne kadar farklı olurlarsa olsunlar onlara karşı daha anlayışlı olabilmeyi isteyelim. Arkadaşlar çok nadir bulunan cevherlerdir. Onlar sizi güldürür ve başarmanız için destekler. Bazen tek kelime bazen bir cümle paylaşırlar ama her zaman kalbinizi ona açmanızı beklerler.

*Alıntıdır
( Bu hikayenin paylaşımı için teşekkürler)

Salı, Kasım 28, 2006

SEVMEK





saçak altına sığınmış


göçmen kuşun


kartanecikleri arasında


düşen beyaz tüyünü de


görebilmek


çocukça aşk

Hacı Harmancı bir öğretmen. 1949'da Adıyaman'da doğmuş. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nü bitirdikten sonra Tunceli Öğretmen Okulu'nda ve Kayseri'de felsefe ve psikoloji öğretmenliği yapmış. Şu anda bir çocuk yuvasının yönetici ve psikologluğunu yapıyor. Dokuz yıllık bir çalışma sonucu yüzlerce çocukla yüz yüze görüşmüş. 4-12 yaş arasındaki çocuklara aşk, kıskançlık ve arkadaşlık üzerine sorular sormuş ve yanıtları bir kitap haline getirmiş. Yanıtların hepsi içtenlik dolu ve özgün. İşte bazıları:
Pazartesi günlerinin 'tesi'ni kaldırırsak, hemen Pazar olur. Bir gün daha dinleniriz. (D.S. İlkokul 1. Sınıf. Erkek)
Krallar yönetim kuralları koyar, ama aşkı bozan kurallar koyamaz. (U.K. 6 yaş. Erkek.)
Öğretmenim! Keşke her sayfa bir satır olsa da ödevim çabuk bitse. (M.C.Ö. İlkokul 1. Sınıf. Erkek)
Hacı Harmancı, Aşk nedir? Bu sözü duydun mu hiç? Kim kime aşık olur? Çocuklar aşık olur mu? diye sormuş. Çocukların bu konudaki düşünceleri genellikle "çocukların aşık olamayacağı" şeklinde. Onların gözünde aşık olmak büyüklerin işi.
Annem aşık olur. Babam aşık olur. Çocuklar olmazlar. Çünkü, çocuklar söz dinler de ondan. (N.C.4 yaş. Kız)
Erkek kıza aşık olur. Kız güzelse aşık olur. Evlenirler. Çocuklar aşık olmaz. (B.H.Ö. 5 yaş. Erkek)
Duydum. İnsanın bir yere düşmesi ya da ölmesi... (S.A. 5 yaş. Erkek)
Kadınlar erkeklere aşık olurlar. Dudaktan öpüşürler. (B.P. 5 yaş. Erkek)
Çok güzel bir kız ya da erkek; ona aşık olursun. Olunca evlenirsin. Çok paran olur ve de ev alırsın. Çocuklar büyüyünce aşık olabilirler. Ama, büyümeden de aşık olanlar vardır. (S.E. 5 yaş. Erkek)
Filmlerden duydum. Birisiyle evlenmektir.( C.C. 6 yaş. Erkek)
Birine sevgili olmaktır. Bir erkek bir kadına gül getiriyor. Kadın da ona aşık oluyor. Dudaktan öpüşürler. Evlenirler. Aynı odada yatarlar. Bir çocuk ya da iki çocuk doğururlar. (A.E.6 yaş. Erkek)
Bilmiyorum. Unutmuşum (A.K. 6 yaş. Erkek)
Unuttum. Yine unuttum. Acaba nedir? Buldum. Bir insanın bir insana aşık olması demektir. Aşıklar bazen severler, bazen kızarlar. (I.B. 6 yaş. Kız)
Öpüşmek ve sevişmektir. Birbirine aşık olunarak başlar. Boşanarak biter. (K.Ö. İlkokul 1. Sınıf. Erkek)
Aşkı filmlerden biliyorum. Annem gözlerimi kapattırıyor. Bir öpüşme sahnesi olduğunda kapattırıyor. Sevişmek var bir de. Sevişme sahnelerinde gözlerimi kapattırıyor. (B.T. İlkokul 2. Sınıf. Kız)
Bir erkekle bir kızın ancak 29 yaşında birbirini çok beğenmesi ve aşık olması. 29 yaşındakiler aşık olurlar. Ama 8-10 ya da 10-12 yaşındakiler aşık olamazlar.(S.S. İlkokul 2. Sınıf )

4-12 yaş arasındaki çocukların, ''Aşk nedir?, ''Kim kime, kim neye âşık olur?'', ''Çocuklar âşık olur mu?'', ''Sen hiç âşık oldun mu'' sorularına verdikleri yanıtlardan bazıları:

'Aşk insanın bir yere düşmesi ya da ölmesidir'

''Erkekler güzel kızları seçerler. Âşık olurlar. Ama hep erkekler âşık olurlar. Bir kızın bir erkeğe âşık olduğunu hiç görmedim.'' (E.A. 8 yaş, erkek)

''Bizim aşkımız normal gidiyor. Normal evlilik gibi...'' (T.G. 8 yaş, erkek)''Birini görürsün: Yüzü güzeldir. Tarzı güzeldir. Borçsuzdur. Güzel bir işi vardır. Her şeyi borçlanmadan alabilir. İşte o zaman âşık olursun.'' (O.İ. 9 yaş, erkek)''Çocuklar âşık olmaz diye bir laf yok. Çocuklar yakın bir pazara giderken gördükleri bir kıza âşık olabilirler.'' ''Karı koca birbirine âşık olur. Düğünle evlenmek için... Düğün yemeklerinden, ızgara böreklerinden yemek için...'', ''Ciddi bir şeydir aşk. Âşık olunca aşkı ayaklar altına almamak gerekir.''
''Film icabı aşk olur. Film icabı olmayan aşklar yoktur.'' (M.E. 5 yaş, erkek)

''Duydum. İnsanın bir yere düşmesi ya da ölmesi...'' (S.A. 5 yaş, erkek)

''Anne ile baba âşık olur. Anneanne ile dede... Nene ile dede âşık olur. Bazı yabancılar bana âşık olurlar. İçlerinden bu ne kadar güzel kız derler. Ben de onların yakışıklılarına çok yakışıklı derim.'' (İ.E. 5 yaş, kız)

''Unuttum. Yine unuttum. Acaba nedir? Buldum. Bir insanın bir insana âşık olması demektir. Âşıklar bazen severler, bazen kızarlar.'' (İ.B. 6 yaş, kız)

''Daha çok bu erkeklerin yaptıkları bir şeydir. Kızlar güzeldir. Erkekler de yakışıklı. Erkekler kendi eşlerini seçmek isterler. İnsanlar güzel olan şeyleri seçerler. Erkekler güzel kızları seçerler. Âşık olurlar. Ama hep erkekler âşık olurlar. Bir kızın erkeğe âşık olduğunu görmedim.'' (E.A. 8 yaş, erkek)

''Aşk sözünü duydum. Filmlerde çok olur. İki kişinin birbirine aşırı şekilde sevgili olmasından ileri gelen bir şeydir. Bazıları birbirine aşkını söyler, gezintiye çıkarlar. Bazıları öpüşür, sevişirler. Bizim aşkımız normal gidiyor. Normal evlilik gibi...yani çocuklara özgü bir biçimde.'' (T.G. 8 yaş, erkek)

''Cinsellik demektir. Kadınla erkeğin birbirini sevmesi demektir. Erkek yolda giderken, bir mağazaya giderken bir kızın peşine takılır ve yürür. Kız nereye giderse o da oraya gider. Yanaşır. Kız çekilir. Erkek biraz daha yanaşır. Sonra erkek dayanamaz kıza evlenme teklif eder. Kız kabul eder. Evlenirler." (B.Ş. 8 yaş, erkek)

''Bir kızla bir erkeğin birbirini beğenmesi ve sevmesidir. Kız erkeğin centilmenliğini beğenir, varsa. Erkek kızda güzellik ister. Kız ise erkeğin güçlü olmasını ister.'' (B.A. 8 yaş, kız)

''Birinin başka birini sevmesi. Âşık olanlar hep birbiriyle görüşürler. Ayıp ama, öpüşürler. Ben kimseye âşık değilim. Üstelik de kızlara sinir oluyorum. Çünkü hepsi birbirinden şımarık. .'' (O.E. 8 yaş, erkek)

''Birini görürsün: Yüzü güzeldir. Tarzı güzeldir. Borçsuzdur. Güzel bir işi vardır. Her şeyi borçlanmadan alabilir. İşte o zaman âşık olursun. Birlikte olursun. Evlenirsin. Güzel bir evin olur. Bahçesi büyük.'' (O.İ. 9 yaş, erkek)

''Öpüşmek ve sevişmektir. Birbirine âşık olunarak başlar. Boşanarak biter.'' (K.Ö. 7 yaş, erkek)

''Üç tür aşk vardır. Daha doğrusu iki tür. Bir: Yavaş yavaş âşık olmak. Kıza bakıyorsun, beğeniyorsun. Huylarını öğrenmeye çalışıyorsun. Babasıyla, annesiyle tanışıyorsun. Kızınızı istiyorum diyorsun. Ama bunlar bir günde olacak iş değil. En az bir ay, en çok altı ay geçmesi gerekir. İki: Yıldırım aşkı. Kızı görünce hiç huylarına filan bakmadan beğeniyorsun. Gidiyor, hemen annene söylüyorsun. Annenle gidip kızı istiyorsun. Arabaya atlayıp nikâh müdürlüğüne gidiyorsun.'' (O.S. 9 yaş, erkek)

''Öyle şeyler sevmem. Uçaklı ve savaşlı filmleri severim. Pembe panter gibi filmleri severim.'' (M.T. 9 yaş, erkek)

''Sevgiden daha üstün bir sevgi. Herkes âşık olabilir. Çevremde âşık olanlar var. Benim de var. Benim yaşımda. Yalan söyleyemem ki. Bizim okuldan. Ama o bunu bilmiyor. Ben de söyleyemem. Cesaret edemem. Onu görünce heyecanlanıyorum. Yüzüne bakamıyorum. Sanki benim sevgimi biliyormuş gibi geliyor. Kendisi sarışın. Yüzüne bakamadığım için göz rengini bilmiyorum. Sanırım çalışkan biri.'' (D.S. 10 yaş, kız)

hacı harmancı. 5 yaşında aşk.

Pazartesi, Kasım 27, 2006

Yanlış Yazım Sonucu Oluşan Yeni Suç Tipleri

Yargıda otomasyona geçildiği savunulsa da, yeterli ve nitelikli işgücü açığı komik sonuçlara yol açıyor. Bunun bir örneği 'güldüren suçlar' oldu. Dosyalardaki yazım hatalarına göre; Türkiye'de 'hakikate aykırı muhalefette bulunmak', 'kaçakçılıktan pişmanlık duymak', 'tedavi için başvurmak' suç. 'Suçun izne tabi olması', 'amme kâğıtlarının kapsamı ve tarifi', 'umumi ışıkları keyfi surette söndürme' suçları da var! Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Mustafa Ernalbant, her bir harfi dahi önemli olan yargı kararlarında 'suçun adı' bölümünde yapılan yazım hatalarını derledi. Ernalbant, yargıdaki merkezi otomasyon sistemi olan UYAP sistemine giren dosyalarda rastladığı 58 hatayı 'UYAP'ta ilginç suç adları' başlığı altında toplarken 'adalet.org' sitesinde de yayımladı. Ernalbant'ın UYAP sistemindeki dosyalardan seçtiği ve tek harfine dokunmadan listeye aldığı 'yeni suçlar' şöyle:

*Hakikate aykırı muhalefet suçu,

*Kaçakçılıktan pişmanlık suçundan

*Tedavi için başvurma suçundan

*Suçun izne tabi olması suçundan

*Müdafi tayini suçundan

*Amme kâğıtlarının kapsamı ve tarifi suçundan

*Alt ve Üst Sınırı Gösterilen İdari Para Cezası suçundan

*Umumi ışıkları keyfi surette söndürenler suçundan

*Sahte para devletin itibarını tehlikeye düşürdüyse suçundan

*İzinsiz yıkıcı, öldürücü eşya önemsiz miktardaysa suçundan

*Kaçak ve yasak eşyayı zamanında buldurmamak suçundan

*Felaketi önleyici aletleri yok etmek suçundan

*765 S.K.nun Kitap Bap ve Fasıllarına Yapılmış Olan Yollamalar 5237 S.K.na Yapılmış Sayılır suçundan

*Memur düzenlediği evraktaki olayları gerçeğe aykıysa suçundan

*İdari Para Cezasının Tahsilinden Sonra İlgili Kuruluşa Bildirilmesi suçundan

*Terörle Mücadele Kanunu Kapsamına Giren Suçlardan Mahkûm Olanların Şartla Salıverilmeleri suçundan

*Sahtecilikte memur, resmi ticari senetler suçundan

*Bir cürmü öven ve halkı kanuna uymamaya tahrik eden, Suça kapalı tahrik suçundan

*4926 sy.lı KMK.da gümrük kom.ve İTİRAZ. suçundan sanık A. Bölgesi Trafik Ekipler Amirliği hakkında yapılan yargılama sonunda,

*Dost devletin resmen çekilmiş bayrağını yırtarsa. suçundan

*Ölçü ve tartı aletleri tarifi suçundan

*Casusluğa taksirle yol açma suçundan

*Dik.ve ted.le adam yaralama ve ölümde şirketin sor. suçundan

*Hafif para ve hafif hapis cezalarının idari cezaya çevrilmesi suçundan

*765 Sayılı Kanuna Yapılan Yollamalar 5237 Sayılı Kanunun İlgili Hükümlerine Yapılmış Sayılır suçundan

*Terörle Mücadele Yasası Kapsamındaki Suçlardan Mahkûm Olanların Muhafazası

*Sahte para basmak -Kalpazanlık suçundan sanık Çalışma Ve Sosyal Güvenlik Bak. Bölge.müd. hakkında yapılan yargılama sonunda

*Yargı Kararından Önce Alacağını Yurda Getirenler suçundan sanık Trafik Denetleme Şb. Müdürlüğü İstanbul Valiliği hakkında yapılan yargılama sonunda,

*4926 sayılı K.M.K.da silah kullanma yetkisi suçundan

*Ağır Ceza Mahkemesi'nin Verdiği İdari Para Cezasına İtiraz suçundan

*Adam kaldırmada haberleşme nakli suçundan

*Terörle Mücadele Kanunu Kapsamında Mahkûm Olanların Hakları suçundan

*4926 sy.lı KMK.para c.nın tah.müt.sorum. suçundan.

*Göçmen kaçakçılığı yaşamlarını tehlikeye sokmuşsa suçundan...

Adnan KESKİN

Pazar, Kasım 26, 2006

ÜÇ NOKTA

...
üç noktayı susmak mı
zannettiniz siz?
üç nokta, çok şey anlatılmak
istenen ve anlatılan
her bir noktanın zerreleri
adedince birer nokta dahaanlatılamayan, anlaşılamayan;
insanın kendine de anlatamadığı, dinletemediği

üç nokta, araları bin yıllık
mesafe
pergelin iğneli ayağı bir nokta
yüreğimizde; diğer ayağı, sabit
kalemle konulmuş diğer
noktalar arasında gidip
gelmekte
tekrar aynı noktaya dönmekte

üç noktayı susmak mı
zannettiniz siz?
üç nokta, söz geçirememek
yüreğe, zincirlemeye çalışmak
nefsi; günahtan kaçmak,
günaha batmak
üç nokta merhamet;
sizin alınganlığınız, benim
kırılganlığım
olumsuzluk eklerinin yanlış
okutulması

üç nokta, tereddüt kimi zaman,
pervasızlık çoğu zaman
üç nokta imkânsızlık, araları

üç noktayı susmak mı
zannettiniz siz?
üç nokta, yüreği dinlemek ara
sıra, konuşmaktan
men etmek sık sık
sevdayı çiçek gibi değil bir kurşun gibi taşımak;
çiçek gibi taşıyamayacak olmak
muamma

üç nokta, İstanbul’u taşıyamamak,
altında kalmak kâinatın
yardım dilemek bir dosttan ve yine kendimize ihânetimizden
ve de dostluğa,
ağırlaştırmak yüreğimizde dostluğu çaresizce

üç noktayı susmak mı
zannettiniz siz?
üç nokta, konuşmak, hiç
susmadan konuşmak kendi
kendinebir cinnet üç nokta.
aklını
sakınmak delirmekten, deliliğini korumak aklından
ve şimdi üç nokta ağlamak bir
Kur’an kıraatinde günahkârlığına
ve de günahsızlığına; olmayan çârelerine, var olan çâresizliğine

üç noktayı susmak mı
zannettiniz siz?
üç nokta, mahkum olmak
mesafelere;
boyun eğmek
nâfileye
üç nokta, çâresiz çığlıklarla
uyanmak rüyadan;
açılmayan kapıları yumruklamak

üç noktayı susmak mı
zannettiniz siz?
üç nokta bilmek
yanlışlığı ve devam etmeyi
istemek yanılmaya

üç nokta yaşamak başka
hayatlar için;yaşamaya
mahkûm olmak diğerlerinin
hayatını ve öldürmek
kendininikini.

Feride SEZER *Ay Vakti Edebiyat Dergisi 53. sayıdan

Cuma, Kasım 24, 2006

sesler, yüzler, sokaklar..

...domino oynuyorum.
Bütün balıkçılar yarim.
Bir deniz tarağına kaptıran yarısını soluğu çardağın altında alıyor.
Ağzının yarısıyla düşünüyor yerdeki ikiliyle
avucunda ikili arayan delikanli.
Denizkızlarının beşikleri martıların çığliklarında asılı.
Yarı kuş, yarı adam, yarı balık,
Balık-Adam-Kuş' lar,
kanatlarında ateş almak bilmeyen sokak fenerleri
bata çıka dolaşıyorlar üstümüzde.


- Onların işi postacılarla, diyor biri.

Burada pencereler, balık ağları, kediler, zeytin agaçları,
orada kayıkların cam saçlarına takılı salkım saçak deniz
canavarlari,
boncuk boncuk curcurlar,
geceleri sardunyaların ışığında yüzümüzü
doya doya görmek için sokak aralarına sokulan kefaller.


- Oynasana, diyorum, koysana ikilini!

Elleriyle düşünüyor arkadaşım.
Belki oynuyor ama rüzgardan seçilmiyor.


Oktay Rifat, ' Balıklı '













Perşembe, Kasım 23, 2006

GÖLGE


Gölge kelimesi çoğunluk tarafından görünmeyeni anlatmak veya tam tersine var olanı gizlemek için var olan görüntü anlamında kullanılmaktadır. Gölge kelimesi sanki ışık hep insan üzerine vuruyormuş gibi nerde ise insan ile bütünleşik olmuş. Işık var olan her cisme düşüyor ve sanki ondaki farklı yüzü açığa çıkarıyor; gölgedeki bir ayrıntıya takılıyoruzu aydınlığında göremediğimiz cismin.

Işık her cismin üzerine yansır ama insan üzerine daha bir farklı yansır. İnsanı tüm izdüşümleri ile birlikte görebilmek gerekir. Işık oluşturduğu karanlıklarla görünmeyeni de gösterir bazen. İnsan karanlıktaki ışığın yansıtmasıyla var olur o zaman.

Karagöz ve Hacivatın konuşmaları da hep bir gölge ile açığa çıkmıyor mu? Aslında hem karagöz hem de hacivat tek bir kişi gibi; içimizde var olan iki gölge ve tabii diğer figüranlar da öyle. Aydınlıkta görünmeyen ancak ışığın yansıması ile perdeye vuruyor o perdeye yansıyan her bir yüz sanki bizim gölgemiz gibi, sizin gölgeniz gibi... Biz gölgelerimizle varız kimi zaman görebilsek kimi zaman da göremesek te. Işık hep bizim üstümüze yansıyor. İnsan ki her cisimde olduğu gibi ne tek bir görüntüden ibarettir ne de tek bir gögeden. Maddenin bir arkası olduğu bir yanı bir alt yüzeyi olduğu gerçeği hep akılda ve gözlerimizin önünde olmalı astigmatı önleyen bir mercek gibi. İnsanı sadece iki gözle bakım değerlendirmemeli; bizim nice gördüğümüz " aman uzak durmalı " dediğimiz durumda bile bir farklılık olabilir. İnsan gölgesiyle görüntüsü ile bir bütündür. Bütünü görmeli ve anlamalı ışık ile.

Çarşamba, Kasım 15, 2006

Çatlak Testi

Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın ikiucuna astığıtestilerle dereden su taşırmış evine..
Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış...
Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış; ve her seferinde bukusursuztesti adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve..
Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eveyarım;diğeridolu olarak varırmış iki sene her gün bu şekilde geçmiş.Adam her iki testiyi suyla doldururmuş ama evine vardığındasadece 1,5 testi su kalırmış...
Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş.Fakat zavallı çatlak olan kusurlu testi, çok utanıyormuş.Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş.İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi,ırmak kenarında adama şöyle demiş:
Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor..
"Adam gülümseyerek dönmüş testiye;
"Göremedin mi? Yolun senin tarafındaolan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlaklığını biliyordum..Senin tarafına çiçektohumları ektim..
Ve hergün o yolda ben su taşırken,sen onları suladın..
2 senedir o güzelçiçekleri toplayıp, masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağınolmasaydı evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim" diye cevap vermiş.Aslında hepimiz birer çatlak testiyiz Her birimizin kendine has kusurları vardır. Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı ilginç yapan, mükafatlandıran, renklendiren.. Etrafımızdaki her kişiyi,oldukları gibi kabullenin..
Onlardaki kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görün..

Cumartesi, Kasım 11, 2006

‘Rahmetin heykeli’ni sele vermeyin...*

SENAİ DEMİRCİ

Ne güzeldir ki, biz yağmura “rahmet” deriz. Yağmur yağarken “rahmet yağıyor” derdi dedelerimiz. Diyeceğim o ki, yağmur rahmetin cisimleşmiş hali gibidir; rahmet heykeli gibidir her damla... Bir düşün, rahmetin heykelini yapmaya kalksaydık nasıl bir şey yapardık...
Öyle bronzdan yahut taştan olmamalı o heykel; çünkü bronz da taş da meydan okur gibi durur insana.. “Hadi oradan!” dercesine tepeden bakar sana.. Yanaştırmaz kendine..
Ama rahmet öyle değil... İçindedir o; içinin de içinde... Sırılsıklam sarmış seni... Kanında, terinde, gözünde, yüzünde... Yağmura bir bak; kıpır kıpır, şıpıl şıpıl yanında yörende.. Gönlünce şekiller alır her damla... Rahmet de işte öyle sokulgandır; sessizce süzülür teninden içeri, adeta parmak uçlarına basarak girer yüreğinin odacıklarına...
Sonra, rahmetin heykeli öylece hareketsiz duruyor da olmamalı. Hiç kıpırtısız duran bir şey küskün gibidir; vurdumduymazdır, seninle ilgilenmez, umurunda değil gibisindir. Ama rahmet öyle değildir... Rahmet sana doğru koşar; sen gelince kıpırdar, yakınlığını önemser. Üstelik sen dursan da o sana akar, eline yüzüne sarılır, seni okşar... Bak; yağmur öyle değil mi... Rahmet de öyledir işte, gözüne yaş olacak kadar sırdaş, kanında dolaşacak kadar kıvrak, hamarat..
Hem sonra, rahmetin heykeli şeffaf olmalı... Ardını göstermeli sana.. Kendini saklamamalı senden. Kabuğu, boyası, foyası, kılıfı, kabı, kapağı, kapısı, duvarı, kozası olmamalı... İçyüzü de dışyüzü de bir olmalı... Kimseye sırtını dönmemeli. Olduğu gibi görünmeli, göründüğü gibi olmalı... Rahmet de öyle işte... İnce ve içten davranır sana. Gizli saklısı yoktur. Aranızdan su sızmaz.... Kabı yok ve senin için her kaba girmeye razı... Rengi yok; ama her rengi giyinmeye razı. Tadı yok; ama senin için her tada sızmaya razı... Şekli yok; ama her şekle girmeye razı...
Rahmetin heykelini öyle şehir meydanlarına dikmek de doğru olmaz... O zaman ayrıcalıklı görünür rahmet. Erişilmezmiş gibi, şefkatsizmiş gibi durur. O “heykel” her köşeden görünmeli, her sokağa girmeli, isteyen herkesin penceresinin önüne gelmeli... Öyle değil mi ya yağmur? Rahmet de öyle işte. Hiç beklemediğin anda geliverir başına... Başına gelenlerin en güzelidir... Herkesi eşitçe kucaklar, kimseyi kimseden ayırmaz. Fakiri de ıslatır, zengini de... Yetimi de öksüzü de sevindirir. Her sokağa taşar, her çatıya iner...
İnsan yağmur gibi olmalı bence, herkesi ıslatabilmeli... Rahmeti kuşanıp herkese her şeye merhamet etmeli... İnsan sözünü yağmur gibi yumuşakça indirmeli kulaklara; kırıp dökmemeli, damla damla söylemeli, ince ince sevmeli... Şefkatli olup kimseyi küçümsememeli, hor görmemeli, kimsenin dalını kırmamalı...
İnsan yağmur gibi, bir görünmeli bir saklanmalı... Öyle ince olmalı ki, ihtiyaç duyan onu dizinin dibinde bulmalı, ihtiyaç bittiğinde hiç şikayetsiz ortalıktan kaybolmalı...
Yağmur göklerden yere serinliktir; yağmur yukarıdan aşağıya minnetsiz iniştir. Yağmura “rahmet” diyenlere yağmur damlaları sayısınca rahmet okumalı...
Vesselam..
(*) Farkındasınızdır: Günlerdir yağmurun adı “felaket”le anılıyor. Merhametsiz dillerde bulutlara “kara korku” deniyor. Kaygılı gözler “sel”in kalpleri sürüklediği dehşetle göklerden indirilene neredeyse küsmeye hazırlanıyor. İnsafsız nazarlar, göğü yeryüzünün başına edilmiş gibi göstermeye hevesleniyor. Hiç kuşkusuz, yağmur sel olsun diye yağmaz; yağmurun yeryüzüne inişini “azgın seller”e dönüştüren yerdekilerin ihmali, kusuru, eksikliğidir. Üzerimizde “rahmet” takdiri olarak bekletilen bulutlar da, toprağımıza “bereket” vesilesi olarak indirilen damlalar da, bunca rahmetsiz tasviri hak etmiyor. Sel yüzünden mağdur kalanları gadre uğratan da yağmur değil. Sağanak nedeniyle can verenlerin canına kasteden yağmur değil! Bunca “felaket” haberiyle kalbimizdeki rahmet ümidini bilerek/bilmeyerek silmek isteyenlere “hava muhalefeti” olsun diye, ne zamandır kıyıda beklettiğim bir rahmet yazısını rikkatinize sunuyorum.

Sevgi Üzerine

Masumi Toyotome adında bir Japon yazardan; "Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir" diye başlıyor.
"Ama sevgi nedir,nerede bulunur,biliyor muyuz?"diye soruyor
Sonra anlatmaya başlıyor ...
"Sevgi üç türlüdür !"
Birincinin adı "Eğer " türü sevgi...
Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış Yazar.
Örnekler veriyor:
Eğer iyi olursan baban, annen seni sever.
Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim.
Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan, seni severim.
Toyotome "En çok rastlanan sevgi türü budur" diyor.
Bir şarta bağlı sevgi... Karşılık bekleyen sevgi...
"Sevenin, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu" diyor yazar.
"Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır."
Yazara göre evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar.
Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor.
Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor.
İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında...
"Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, yaşamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir" diyor,Masumi Toyotome.
İlginç değil mi?
İkinci türe geçiyoruz. "Çünkü " türü sevgi...
Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor:
"Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir.
Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır."
Örnek mi?..
"Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın!)"
"Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler , o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki..."
"Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki... "Seni seviyorum. Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki..."
Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor.

Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir.
Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş bir şeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir.
İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır.
Ama derin düşünürseniz, bu türün, "Eğer" türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana...
İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar.
Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağın dan korkarlar.
Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayret keşliği ve rekabet girer.
Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfın en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW' si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.
"O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?" diye soruyor, Toyotome.
"Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz" diyor.
Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var ...
Birincisi "Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?" korkusu. Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri, öteki yalnızca kendilerinin bildiği...
"İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse" korkusu buradan doğar.

İkincisi de ..
"Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa .." endişesidir. Japon yazar "Toplumlardaki sevgilerin çoğu 'Çünkü' türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insani hep kuşkuya düşürür" diyor ..
Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?.."

Ve işte sevgilerin en gerçeği !...
"Üçüncü tür sevgi benim "Rağmen" diye adlandırdığım türdür" diyor yazar.
Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu ..
Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan "Bir şey olduğu için" değil, "Bir şey olmasına rağmen" sevilir.
Güzelliğe bakar mısınız?
Rağmen sevgi ...
Esmeralda, Qusimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "rağmen" sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene olmasına "rağmen" tapar...
"Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir.
Bunlara 'rağmen' sevilebilir.
Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile ..."
Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına,cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine "rağmen" olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor.
Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.
Japon yazar "Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur" diyor.
"Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek,giysi,ev, aile, zenginlik,başarı ya da ünden daha önemlidir.
"Bunun böyle olduğundan nasıl emin?
Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor .. "Su soruma cevap verin" diyor.
"Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize 'Yaşamamın ne yararı var' diye sormaz mıydınız?"
Devam ediyor Toyotome...
"Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün... Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi? O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?"
"Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz.
Günün birinde, gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız?" diye soruyor ve yanıtlıyor :
"Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar."

"Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor "Rağmen" sevgiyi...
"Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni 'Rağmen' türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır."
Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome..
"Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok" diye açıklıyor.
Anlatıyor "Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir."
Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?..
Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.
Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz...
Hani nerede?
Hepsi o...
Ve asıl çarpıcı cümle en son da ;

"Dünyadaki en büyük kıtlık, "rağmen" türü sevginin yeterince olmayışıdır."

*Nazmi Gür

Dostoyevski

İnsanın ruhunu yücelten bir acı, ucuz bir mutluluktan evladır.

Perşembe, Kasım 09, 2006

Faruk Nafiz Çamlıbel

Dün ünlü şair Faruk Nafiz Çamlıbeli'in ölüm yıldönümü idi.

Faruk Nafiz Çamlıbel (18 Mayıs 1898, İstanbul8 Kasım 1973, İstanbul), Hecenin Beş Şairinden biridir.
Tıp Fakültesinde bir süre ögrenim gördükten sonra Kayseri, İstanbul ve Ankara'da uzun yıllar öğretmenlik yaptı. İstanbul'dan 1946-1950 döneminde milletvekili seçildi. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin ardından kısa bir süre Yassıada'da tutuklu kaldı. İlk şiirlerini aruz, sonra hece vezniyle yazmıştır.






HAN DUVARLARI

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgarların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına,
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık
Bu ıslakla uzayan, dönen kıvrılan yollar.
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgar serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince,
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
Yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir koy var, ne bir evin hayali
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine,
Bir sarsıntı... uyandım uzun suren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmis vatanın dört bucağı
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı,
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Heryüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
*On yıldır ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben*
Altında da bir tarih. Sekiz mart otuz yedi..
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
Soğuk bir mart sabahı...Buz tutuyor her soluk
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
Bulutların ardında gün yanmadan sönuyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
Biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu
Burada son fırtına son dalı kırıyordu
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı *İste Araplıbeli*
Tanrı yardımcı olsun gayri yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen uç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor
Kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
Çicekliyor duvarı ocağın akisleri
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor
*Gönlümü çekse de yarin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgarın önüne katılmışım ben*
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık
Bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım.
Başucumda gördüğüm su satırlarla yandım
*Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Şatılmış'ım ben*
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında
Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı
Bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna
Post verenler yabanın hayduduna kurduna
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu
Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi
Hana sağ indi ölü çıktı geçende
Yaşaran gözlerimde her sey artık değişti
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar
Dönmeyen yolculara ağlayan yaşlı yollar
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları...

Avukat Anıları ( Çok Fonksiyonlu Cüppe )

3 Kasım Cuma günü Tokat Barosu Avukatlarından bir arkadaşımız CMK -zorunlu müdafilik- kapsamında Tokat Emniyet Müdürlüğünden çağırılır:

İki kişi bir otomobile zarar vermekten yakalanmıştır. Gece park halinde duran otomobile iki kişi camlarını kırarak zarar vermiştir. Öğle saatlerinde avukat arkdaşımız Emniyete gider iki kişi ile de görüşür. Bu iki kişi de uyuşturucu madde kullanmaktadır. Şüheliler havanın soğuk olması nedeniyle üşüdüklerini ve arabaya ısınmak için araca girdiklerini söylerler. Şüphelilierin bir tanesi bu noktada avukat arkdaşımıza bir de tavsiyede bulunur: "aman avukatım sen de dikkat et, yerli arabalarda yalıtım iyi değil dışarıdan içeri hava sızıyor en iyisi yabancı arabalar" der. (ilgili otomobil renault megane) Avukat arkadaşımız polis memurundan arabanın bir avukat meslektaşımıza ait olduğunu öğrenir. Şüpheliler avukat meslektaşımızın arabasında unuttuğu çantasını karıştırdıklarını dosya ve bir de giyecek bulduklarını söylerler, kendi anlatımları ile: " avukatım, çantada dosyalar vardı bir de uzun siyah yakaları renkili bir şey vardı üşüdüm ısıtır dedim giydim sonra beraber çorba içmek için lokantaya gittik , insanlar garip garip bakıyordu. Avukatım bu insanlar niye böyle bakıyordu anlamadım". Şüphelinin bahsettiği bu giysi herkesin de anlayacağı üzere avukat cübbesidir. Muhtemeldirki meslektaşlarımız bu cübbeyi duruşma salonları haricinde giymeyi tercih etmiyor ama gelin görün ki şüpheli cübbenin ısıtma özelliğini keşfediyor ve palto niyetine kullanıyor. Şüphelilerin ifadeleri alınmış avukat arkdaşımız ekliyecek bir şeyi olmadığını belirtmiş ifade imza aşamasına gelmiştir. Önce şüpheliler ifadeyi imza etmişler ama bu sırada kullandıkları maddenini de tesiriyle ağızlarından akan salyaya engel olamamışlardır. Avukat arkdaşımız pek te hijyenik olmayan bu ifade zaptını imza etmek durumunda kalmıştır.

Yukarıda her avukatın her zaman yaşayamayacağı bir olayı nakletmeye çalıştım.

Pazartesi, Kasım 06, 2006

KARAOĞLAN


Hazırlayan: Sevgi ÖZÇELİK
"Ecevit" denilince aklınıza ilk gelen kelimeyi sorsak, ama hiç düşünmeyecek ve hemen, o anda zihninizde beliriveren ilk şeyi söyleyeceksiniz desek, nasıl cevaplar alırdık? Bu, cevabı hem kolay hem de zor, çetrefil bir soru... Bir kere, bu soruyu sorduğunuz zaman dilimi ve kime sorduğunuz önemli... Soruyu 1940'larda Robert Kolej'de okuyan bir öğrenciye sorduğunuzda cevabı "Bizim Eco" olacaktır. Çünkü kolej yıllarında Ecevit okulun ilk zamanlarındaki çekingenliğinden bir parça sıyrılmış, yakın arkadaşları tarafından "Eco" diye çağrılmaya başlamıştır. Peki ya zamanda bir sıçrama yaparak 1940'lardan 2002'ye gelsek, soru yine Ecevit olsa ve bunu bir gazeteciye sorsak? Hiç şüphe yok ki, muhtemel cevaplardan biri "hasta" olacaktır... Ecevit'in zamandaki bu iki nokta arasında yürüdüğü yol boyunca yaşadığı değişimler, zihnimizde yol açtığı çağrışımları da değiştirmiş, çeşitlendirmiştir. Klasik -belki de klişe- tabirle Türkiye'nin siyasi hayatına damgasını vuran Ecevit, ülkenin kaderinde rol oynayacak aktörlerden biri olarak sahneye çıktığı 1957'den beri toplumun farklı kesimleri tarafından çok çeşitli ifadelerle tanımlandı: "Halkçı Ecevit", "Karaoğlan", "Bir Bölen", "Kıbrıs Fatihi", "Romantik", "Mütevazi"... Bu liste uzayıp gidebilir ancak bu yazının sınırlarını onun "sosyolojik" olarak algılanışı belirlemektedir. Toplum için ne ifade ettiğine bakarken de amacımız siyasi kimliğini değil, kişi olarak ve temsil ettiği değerler bakımından nasıl algılandığını yansıtmak olacaktır.
NEDEN KARAOĞLAN?
Ecevit için kullanılan ve belki de en akılda kalan tanımlamalardan biridir Karaoğlan... 1973 seçimlerinde CHP'nin seçim kampanyası sırasında ortaya çıkan Karaoğlan'ın hikayesi "Ecevit Olayı" kitabında ( yazarı Kayhan Sağlamer) şöyle anlatılır: Sivas'ın Yıldızeli ilçesinde elinde bastonu iki büklüm bir nine CHP'nin seçim otobüsüne yanaşır. Başında beyaz örtüsü, ayağında lastik pabuçları olan yaşlı kadın "Karaoğlan nirede ha evlatlar, Karaoğlan'ı görmek istiyom" diye sorar ama gazeteciler pek yüz vermez, "İşte orada" diye CHP ilçe merkezini gösterirler. Nine, sessiz ve buruk bir şekilde uzaklaşır. Karaoğlan lakabını önce öenmsemeyen gazeteciler sonra kadının Ecevit'i kastettiğini anlar, birbirlerine anlatırlar. CHP'liler de bu lakabı benimser, seçim kampanyalarının bir parçası olarak kullanmaya başlar. Artık Bülent Ecevit tüm Türkiye'de Karaoğlan olarak anılmaya başlamıştır. Ecevit de kaynağı halk olan bu lakabını çok sever, benimser... Türkiye'de 1970'lerde siyasette bugünkünden farklı olarak kesin sınırlar vardır. İnsanlar politik görüşlerini tıpkı futbol takımı tutar gibi yansıtır, destekledikleri politikacıların posterlerini evlerinin, dükkanlarının duvarlarına asarak "sağcı mı solcu mu" olduklarını gösterir. Ecevit'in Karaoğlan posterleri de o dönemde CHP taraftarlarının duvarlarını süsler. Halk türkülerinde hikayeleri anlatılan kahramanların isimleri andıran "Karaoğlan" lakabıyla Ecevit, halka onlara yakın olduğunu hatta onlardan biri olduğunu bir çırpıda anlatmanın kolay yolunu bulmuş gibidir. Nitekim halk Karaoğlan'ı tuttuğunu sandıkta gösterir ve CHP seçimlerden yüzde 33.3 oy oranıyla birinci parti olarak çıkar. Aslında Ecevit'in halkçı kimliği 1963'te Çalışma Bakanı olarak görev aldığı sıralarda şekillenmeye başlar. Halkın önemli bir bölümünü oluşturan işçilere, özgür sendika hakkı, grevli, toplu sözleşmeli sendikacılık yapma hakkını veren yasalara imza atan Ecevit, halktan yana olduğu mesajını ilk olarak bu icraatlarıyla verir.
KIBRIS FATİHİ
Ecevit'in yaşlı bir kadından aldığı Karaoğlan ismi, bir yıl sonra başbakanlığı döneminde yaşanan Kıbrıs olayıyla pekişir, Karaoğlan'a bir de Kıbrıs Fatihi eklenir. CHP tek başına iktidar olamadığı için Erbakan'lı MSP'yle koalisyon hükümeti kurar ve Karaoğlan başbakan olur. 1974 yılının Temmuz'unda Kıbrıs'ta Enosis idealinin temsilcisi Sampson'un yönetime gelmesi üzerine Ecevit, Türkiye'nin Kıbrıs'taki çıkarlarını korumak için harekete geçeceğini açıklar. Başbakan, ülkenin bu konudaki tutumunu anlatmak için İngiltere'ye gider ancak İngilizler Türkiye'nin ortak müdahale teklifini reddeder. ABD gelişmeler üzerine devreye girer ve dışişleri bakanlığı temsilcisini Ankara'ya gönderir. Görüşmelerde Türkiye müdahale kararında ısrarlı olduğunu vurgular. Ve sonunda 20 Temmuz 1974'te tarihi Kıbrıs Çıkarması yapılır. Halkın büyük desteğiyle gerçekleşen harekatla ilgili olarak radyoda konuşan Ecevit, amaçlarının savaş değil barış olduğunu söyler ve yalnız Türklere değil Rumlara da barış getirmek üzere Ada'ya gittiklerini belirtir. Harekat sırasında Rumlar Ecevit'i "Sessiz Kurt" olarak tanımlayarak sakin ve barışcıl görünen Ecevit'in kararlılığına adeta övgüyle karışık bir gönderme yaparlar.İngiltere ve ABD'nin harekat yapmama konusunda ikna edemediği Ecevit, tarihi bir karara imza atarak, artık Karaoğlan'ın yanısıra Kıbrıs Fatihi, Mücahit Ecevit olarak da anılmaya başlar. Bu kez "Ecevitçi" evlerin başköşesinde Türk bayraklı Karaoğlan posterleri vardır. MSP ile anlaşmazlıklar yaşayan Ecevit, Kıbrıs zaferiyle esmeye başlayan olumlu rüzgarı kullanmak için erken seçime gitmek ister ve rakipleri tarafından "Kıbrıs'ı sandığa taşımak"la suçlanır.
KUYRUKLAR VE ECEVİT
"Umudumuz Karaoğlan" sloganlarıyla hükümeti kuran Ecevit, 1974'ün sonbaharında istifa eder. İstifa sonrasında pek çok siyasi gelişme yaşanır ve partiler bir türlü istikrarlı bir hükümet kurmayı beceremez. Artık muhalafette olan Ecevit'in arkasına aldığı Kıbrıs rüzgarı pek de uzun soluklu olmaz. Ecevit muhalefetteyken Demirel'in liderliğinde kurulan 1. Milliyetçi Cephe (MC) hükümetine ağır eleştiriler yöneltir. Demirel'in ve hükümetinin "cephe" ismini seçerek kavgadan yola çıktığını söyler. 1977 seçimlerinde CHP birinci parti olur ama yine hükümeti kuracak sayıya ulaşamaz. Ecevit sonunda bir azınlık hükümeti kurmayı başarır ama halk huzursuz ve tedirgindir. Ecevit'in ikinci kez başbakan olduğu dönemde sağ-sol gruplar arasında yaşanan çatışmaların artmasının yanısıra ülkede ekonomik sıkıntılar iyiden iyiye kendini göstermeye başlar. Benzin sıkıntısı, bakkalların önünde uzayıp giden yağ, şeker kuyrukları Karaoğlan umudunu boşa çıkarmış gibidir. Halk arasında bugün de zaman zaman dile getirilen "Ecevit ne zaman başa geçse ülke kötüye gidiyor" söylentisi yayılmaya başlar. Şüphesiz o günün kötü koşullarından tek başına Ecevit sorumlu değildir ama bu, vatandaşın Ecevit ile kuyruklar arasında bu türden bir ilişki kurmasına engel olmaz. "Halkçı Ecevit" halkın şikayet ettiği isimlerin başında gelir. Bugün 80 sonrasında doğan kuşaklara masal gibi gelen kuyruklar dönemi Ecevit'le (aslında biraz Demirel'le de...) özdeşleşir.
TEK ADAM
Sonunda 12 Eylül olur. Burada uzun uzun anlatmaya gerek olmayan gelişmelerden sonra Ecevit artık yasaklı bir siyasi figür olarak DSP'nin temellerini atmaya başlar. Tabii eşi Rahşan'la birlikte... Darbe sonrası "misafir edildikleri" Hamzakoy'da Ecevit'ler herşeye sıfırdan başlamaya karar verirler. Ve bugün bile Ecevit'ten sonra neler olacağına dair net bir senaryonun ortaya konamadığı Demokratik Sol Parti'yi kurmak için tek başlarına yola koyulurlar. DSP'nin kuruluş dilekçesi Rahşan Ecevit tarafından 14 Kasım 1985'te verilir. Siyasi yasaklar kalkıp Bülen Ecevit genel başkan olduğunda Rahşan baştan beri yürüttüğü parti işlerine devam eder. Kendi aralarında "hükümet işleri Bülent'in, parti Rahşan'ın" şeklinde yaptıkları işbölümü değişmeden sürüp gider. Ecevit'ler partinin amblemi olarak gök mavisi zemin üzerinde beyaz güvercini seçerler. Barışın simgesi olan beyaz güvercin, Ecevit'in en başından beri taşıdığı insancıl, barışcıl kişilik özelliklerinin de simgesi olur. 1970'li yıllarda giydiği uçuk mavi gömleğiyle meydanlarda kendisini umut olarak gören halka seslenen Ecevit'in yeni partisinin rengi o günlere özlemin bir ifadesidir sanki... O dönemde halk arasında "Ecevit mavisi" olarak anılan gök mavi, 1980'lerin ortasında Türk siyasetinin yeni renkleri arasına girer.Ecevit'ler, kuruluşundan bugüne DSP'nin yönetiminde tek söz sahibidir. Ecevit CHP tecrübesinden sonra partideki hakimiyetin eşi ve kendisinde olduğunun altını çizmek için parti kuruluşunda CHP'deki isimlerden uzak durmaya çalışır, yeni isimlerle yola çıkar.
ROMANTİK ŞÖVALYE
DSP Eylül 1986'daki ara seçimlerde ilk sınavını verir. Ecevit o dönemde yaptığı bir konuşmada "Beni tek başına romantik şövalye gibi görenler, gelip de şu meydanda görsünler" diyerek, kendisini solu bölmekle ve hayaller peşinde koşmakla suçlayan çevrelere cevap verir. Ecevit bir yandan da artık eski arkadaşlarıyla yollarını ayırdığının altını çizer.Ecevit'in o zaman seçtiği yalnızlık onun kişiliğinin de en önemli özelliklerinden biri olur. Etrafında gerçekten yakın kimsenin olmayışı bir yönüyle eleştirilir belki ama ailesine, yakınlarına çıkar sağlayan politikacılardan yakınan halk, "Ecevit yemez, kimseye de yedirmez" diye formüle ettiği dürüstlüğünü hep takdir eder.
BİR BÖLEN ECEVİT
Ecevit 1986'daki ara seçimlerden beklediği sonucu alamaz. Seçim sonrası solu bölmekle suçlanan DSP'nin genel başkanı Rahşan Ecevit, diğer sol partilerle birleşmeyi reddeder. Kamuoyunda aile partisi görüntüsü giderek yerleşen DSP'de bazı muhalif sesler parti içinde demokrasi olmadığından yakınmaya başlar. Muhaliflerden Celal Kürkoğlu "Ecevit tanrı değildir. Tanrısal yetkileri de yoktur. Yaptıkları hatadır, hesabını halkımıza ve yargı organlarına verecektir" diyerek Ecevit'in mutlak hakimiyet surlarında gedikler açmaya çalışır. Kamuoyunda ses getiren bu çaba Ecevit'leri pek fazla etkilemez. 1987'deki referandumla siyasi yasağı kalkan Ecevit DSP'nin genel başkanı olur.
MÜTEVAZİLİK VE SADELİĞİN SEMBOLÜ
Belki de bu noktada artık Ecevit'in genel başkanlığı döneminde Türkiye'de yaşanan siyasi gelişmeleri, seçimleri, solda birlik tarışmalarını, kurduğu koalisyon hükümetlerini, başbakanlığını bir kenara bırakarak onun bir insan olarak ve temsil ettiği değerler açısından nasıl göründüğüne değinmek yerinde olur. Ecevit'in eşiyle birlikte sürdürdüğü günlük hayat tek kelimeyle "sade"dir. 1970'li yıllarda seçim kampanyaları için Anadolu'yu gezen Bülent Ecevit'in yanında parti işlerine koşturan sade giyimli, makyajsız kadını görenler, onun bir parti liderinin eşi olduğuna inanmakta güçlük çeker. Başlangıçta şaşırılan hatta yadırganan bu sadelik zamanla onları en sert şekilde eleştirenlerin bile takdir ettiği olumlu bir özellik olarak algılanır. Siyasetçi-yolsuzluk ilişkisine sıkça rastlanan ülkemizde bir parti lideri ve eşinin siyasi yaşama nasıl başladılarsa öyle sürdürmeyi başarmaları sık sık dile getirilen bir farklılık olarak göze çarpar.Ecevit'in sadeliği giyim tarzında da kendini gösterir. Kışın hiç vazgeçmediği kasketi, tıpkı gök mavisi gömleği gibi Ecevit'in alamet-i farikalarından biri olur. Ecevit kasketi, gençliğini 70'lerde yaşamış kuşağın bir bölümünün gardırobunda yerini alır. Ecevit'in adını verdiği bir başka şey de bıyık şeklidir. 70'li yıllardan beri değişmeyen "Ecevit bıyığı" stili o dönemde yine pek çok genç tarafından taklit edilir. Tatillerini Ankara'da geçiren, başbakanlığı sırasında yerli makam arabasına binmekte ısrar eden (bu yüzden de bazen eleştirilen), yazılarını daktilosunda yazmaktan vazgeçmeyen ve bilgisayarla hiç tanışmayan, kendisini en sert şekilde eleştirenlere bile nezaket kuralları dışına çıkmadan yanıt veren biridir Ecevit'tir... Siyasetçiye çoğu zaman yüklenen "baba" imajı Ecevit için geçerli değildir. Bunun çocuk sahibi olmayışıyla da pek ilgisi yoktur, nitekim Demirel de çocuksuz bir liderdir ama yoktur ama "baba" denilince akla ilk onun adı gelir. Ecevit ise daha farklı bir yerde durur vatandaşın gözünde, en çok bağlanıldığı dönem olan 70'lerde aileden biri değil de Karaoğlan kimliğiyle ve bir tür "kahraman" olarak karşımıza çıkar. Tekrar umut olmaya çalıştığı 1980'lerde, 90'larda ise kahramanlıktan uzaktır artık ama aileden biri olmaya da yakın değildir. Hem zaten onun bir ailesi vardır : Rahşan. Eşi Rahşan, Ecevit'in hayatındaki en önemli isimdir. Uzun bir yolu birlikte yürüyen ikili, her zaman birbirlerini tamamlayan, uyumlu bir çift olarak görünür. Parti ve ev işlerini kimseye bırakmayan Rahşan Hanım'ın Ecevit'in üzerinde çok büyük etkisi olduğu aşikardır hatta bu etki zaman zaman aslında her konuda son kararı Rahşan Hanım'ın verdiği izlenimini bile yaratır. Kendilerini ülkelerine adadıklarını her fırsatta dile getiren çiftin birbirlerine de özel bir düşkünlükleri vardır. Ecevit hapse girdiği yıllarda, umutsuzluğa kapılan Rahşan Hanım'ı mektup ve şiirleriyle cesaretlendirir. Rahşan Hanım da özellikle son bir iki yıldır artan Ecevit'in sağlık durumuyla ilgili eleştirileri göğüsler, "ona çok iyi baktığını" söyler.
HASTA ECEVİT
Ecevit'in siyasi hayatı, son dönemde giderek artan sağlık problemleri nedeniyle tartışılır hale gelir ve "artık çekilmeli" diyen sesler çoğalır. "Ülkenin içinde bulunduğu koşullar gereği çekilemem" diyen Ecevit aslında geçmişte siyaset dışı hayata duyduğu özlemi dile getiren ilginç bir şiire imzasını atmıştır. 1964 tarihli eşi Rahşan'a yazdığı "Yapamadığımız" adlı şiirde, "evrenin derdini kapını dışında bırakmanın, Rahşan Hanım yün örerken karşısında polisiye roman okumanın" özlemini anlatır. O dönemdeki dileği "vaktinde ve rahat uyuyabilmektir" ancak geçen yıllar Ecevit'e bu özlemi unutturmuş, yoğun siyaset gündemi de rahat uykulara pek izin vermemiştir. *Yararlanılan Kaynak : Bir Karaoğlan Hikayesi: Bülent Ecevit - Süleyman Kurt (Birey Yayıncılık) 2002

Bir Dönem Karaoğlan diye anılan Türk siyaset tarihinde önemli bir yer teşkil eden Mustafa Bülent Ecevit uzun süredir yattığı GATA'da vefat etti.


ÖZGEÇMİŞ
bir boşluktan bir boşluğa
bir cam bardağa dolmuşum
cam bardakta su olmuş
sudan içmiş can olmuşum

görünmezden cana
bir kumaş örülmüş
kumaşa bürünmüş
beden olmuşum

bir varmış bir yokmuş
iki boşluk arası
bir rüyalık alemde
sen ben olmuşum

BÜLENT ECEVİT

Pazar, Kasım 05, 2006

HASMET BABAOGLU - HERSEY HAFIF OLABILIR AMA "SEVMEK AGIRDIR"

Herşey hafif olabilir ama "Sevmek Ağırdır"
Çağın trendleri ve popüler kültür kulaklara şöyle fısıldıyor; Vakit iyi geçmeli...
Bu rastgele bir deyim değil. Gençler anlamını gayet iyi biliyor. Mutluluk, güven içinde yaşamak, özlemek...
Hayır bunlar değil !
Mutluluk arayınca mutsuz oluyorsun çünkü...
Güven içinde olmayı isteyince sorumluluklar, yükümlülükler peşi sıra geliyor ve altlarında eziliyorsun...
Ve özlemek...
Özlemek gündelik hayatın sekteye uğratan bir tür zihin sancısı...
O zaman en iyisi "iyi vakit geçirmek deniyor.
Bu yüzden günümüzün bütün "aşka benzer" ilişkileri ağır darbeler alıp sonunda yere seriliyor. Çünkü gözü başka bir şey göremeyecek kadar aşık değilse insan
Sevgilisiyle değil de,
Arkadaşlarıyla birlikteyken daha "iyi vakit" geçiriyor.
Arkadaşlıkların atmosferi sevgililerinkinden daha ferah....
Arkadaşlıklar çok daha eğlenceli, uzun ve kalıcı bir ilişkiden....
Hatta kimi zaman arkadaşlığın sosyal erotizmi sevgililiğin mızmızlığından çok daha çekici....
Tek başına aşk bayrağı açmak, sevgili olmanın eşsiz güzellikleri övüp durmak,
Şarkıları şiirleri yardıma çağırmak bu gündelik gerçeğin üstünü örtemiyor.
Nasıl oluyor da, "seni seviyorum" lar bir süre sonra ve iç burkucu biçimde "beni boğuyorsun"a dönüşüveriyor?
Uzun ve acıklı bir hikaye..
Ama şurasını olsun söylemeliyim;
Sevmek ağırdır. Uykuları kaçırır, uyanıklığı sarhoşluğa çevirir...
Oysa modern insan her şey hafif olsun istiyor, sevmek bile !...
Mümkünse sadece sevilmek istiyor.
Ancak ayrılık acısı çökünce, terk edilince, özlem ateşiyle yanınca farkediyor ki,
Seviyormuş...
Ancak o zaman farkediyor ki, vakit hiç de iyi geçmiyor !...


*HAŞMET BABAOĞLU

Pazartesi, Ekim 30, 2006

BASİT YAŞAYACAKSIN

Basit yaşayacaksın.


Mesela susayınca su içecek kadar
basit.
Dört çıkacak, ikiyi ikiyle çarptığında.

Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
tek bir düğme, tek bir cümle gibi;
sevince lafı dolandırmadan söylediğin
'seni seviyorum' gibi.


Basit bir öpücük yetecek sana;
basit sıcak bir öpücük
ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.
O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
o öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.

Kabak çekirdeği verecek sana
rakamların veremediği mutluluğu.

El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak
en değerli kağıdın;
hep yanında taşıdığın,
atmaya kıyamadığın.


İki harekette giyiniverecek,
iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak uyanman
ve yola çıkman arasında geçen süre;


kısacık olacak
sıcacık kollara dolanman
ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;
bakışların bile anlatabilecek kendini.

Beklentilerin de basit olacak.
Kaf Dağı'nın önünde bekleyecek mutluluklar.
Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana
en ucuz aşk romanını.


Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
Zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

Bir kaşarlı tost olacak aradığın
nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;
parmakların olacak en kıymetli çatalın.
Yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.

İskender'in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.
Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana
kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir
'fa diyez'in mutluluğunu.

Makyajın ilk 'a' sına kadar bilmen yetecek.
Temizlik kokacak en pahalı parfümün

'Bilmiyorum' diyebileceksin bilmediğinde
ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.
Tek dereden su getirmen yetecek,
bir 'istemiyorum' diyebilmeye.

Ne durduğu farketmeyecek abanın altında.
Saatin, sadece saati gösterecek;
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.

Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi
basit...


* Yalçın ERGİR

Pazar, Ekim 29, 2006

KIZMAK

Herkes kızabilir bu kolaydır

ANCAK doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir.

ARİSTO

CUMHURİYET

CUMHURİYETİMİZİN 83. YIL DÖNÜMÜNÜ KUTLUYORUM.
Aşağıda Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 29 Ekim 1933 teki Söylevinden bir bölüm yer almaktadır:


Türk Milleti!

Kurtuluş savaşına başladığımızın 15'inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!

Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.
Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.

Büyük Türk Milleti,

On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaat eden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni alem, az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk Milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türk'üm diyene!

Mustafa Kemal Atatürk,
29 Ekim 1933, Ankara